A non-government information service on Turkey
Un service d'information non-gouvernemental sur la Turquie
Info-Türk title

fondationeditorsbulletinspublicationslinks
 

SUR JOURNALISTE "APATRIDE"
"VATANSIZ" GAZETECİ ÜZERİNE

cover frCilt1onkapak

AJP: Les mémoires d'un journaliste "apatride"
Politique: Mémoires d'un journaliste patriote rendu apatride - Mehmet KÖKSAL
Librenews: Le journaliste apatride - Eylem AYDEMIR
Cumhuriyet: Özgüden'ler hâlâ haymatlos - Faruk PEKİN
ATGB: Gazeteci Doğan Özgüden'in Anıları - Başkan Gürsel KÖKSAL
Turkpress: Gazeteci Doğan Özgüden anılarını yayınlamaya başladı

Evrensel: Gazeteci Anıları - Turgay OLCAYTO
Bianet: Doğan Özgüden ile röportaj -  Volkan ALICI
Dünya: Sürgündeki “Vatansız” Gazeteci - Osman S. AROLAT
Kuyerel: Türkiye'nin en önemli gazetecisi: Doğan Özgüden - Erol ÖZKORAY
Günlük: Bizim Türkler - Cahit MERVAN
 Yeni Özgür Politika: 40 Yıllık "Vatansız Gazeteci" - Günay ASLAN
Yazındergi.com: Bu ülkenin en güzel on yılı... - Engin ERKİNER
 Her büyük isteğin bedeli var! - Engin ERKİNER
Gomanweb: Pirtûk û mirov û Dogan Ozguden - Medeni FERHO

Brüksel Kürt Enstitüsü Baskani
Derwesh M. FERHO
AGOS Kitap/Kirk:1960'lardan bugüne bir 'vatansız' gazetecinin anıları - Emre ERTANİ
Evrensel: Dogan Özgüden'e mektup - Sennur SEZER
Milliyet: Barışı görmeden ölmek istemiyoruz! - Hasan CEMAL
Kültür Dergisi: Bütün Yolculuk Boyunca Hasret Ayrılmadı Benden -Tamer ÇAĞLAYAN
Özgür Gündem: Üç Gazeteci - Ragıp ZARAKOLU
Cumhuriyet: Doğan Özgüden'e Güzelleme - Orhan SUDA
Sanat Cephesi: Doğan Özgüden’in ‘Vatansız’ Gazeteci Kitabı Üzerine - Sırrı ÖZTÜRK
Cumhuriyet: Doğan Özgüden'in "Acı Vatanı" - Orhan SUDA
Yerelce:
‘Avrupa Acı Vatan, Kimine Hiç Gülmeyi…’ - Nusret ÖZGÜL
Asitî/Barış: Doğan Özgüden’in anılarının ikinci  cildi de yayınlandı - Koray DÜZGÖREN
Evrensel: ‘Vatansız Gazeteci’ ve ‘Tanıklıklar’ - Bülent HABORA
Insanokur: Hediye Kitap - M. Sehmus GÜZEL
Dünya Kitap: Gazeteci Doğan Özgüden'in kırk yıllık sürgün hayatı - Korkut AKIN

Yol TV: Özgüden'in anıları, bir başucu kitabı - Emin KARACA
Cumhuriyet: Işığın bekçisi; "Vatansız Gazeteci"
Özgür Gündem: Doğan Özgüden 77 yaşında - Hüseyin AYKOL
Evrensel Kültür. Bir sosyalist sürgünün anıları - Serpil GÜVENÇ
Evrensel: Sürgün Yılları - Turgay OLCAYTO
IzmirLife: Sürgün Yılları - Deniz ÇABA ŞAN

Ant'ın Öyküsü: Doğan Özgüden'le Söyleşi - Deniz DERİN ÖNEN

Milliyet Kitap: Bir mücadele insanının anıları - Murat BELGE
Cumhuriyet: Sol Gazetecilik ve Özgüdenler- Uğur HÜKÜM
Sol Portal: Kürt Meselesi ve 27 Mayis Darbesi - Ali MERT
Yeni Özgür Politika: Bir sürgün çift - Ahmet KAHRAMAN
Memoriastorica: Dogan Özgüden, senza patria per aver difeso i diritti umani - Alessandro MICHELUCCI
Agenda interculturel: Après une nuit cauchemardesque
Agenda interculturel: Journaliste et militant
La Gauche et le mensuel arménien Hay
Birgün: Bir zamanlar gazetecilik - Nazim ALPMAN
Hürriyet: Vatansız Vatansever - Yalçın DOĞAN
Mesele: Doğan Özgüden'in anılarının gösterdikleri - Gün ZİLELİ
Avrupa Sürgünleri: Özgüden - Tuğsavul ve 45 yıl - Engin ERKİNER

*

Dogan Özgüden 'vatan hainligi'ne devam ediyor hâlâ!
(Cumhuriyet Pazar, Erdinç UTKU, 27 Temmuz 2014)


*
asiti

Asitî/Barış, Mart 2011

(PDF forması için resmi tıklayınız)


imc

IMC TV'de Doğan Özgüden'le Röportaj

Hüseyin Kalkan

tarafından 28 Temmuz 2012'de Belçika'da gerçekleştirilmiş,
19 Ağustos 2012'de Haberin İçinden programında yayınlanmıştır.

44 dakikalık röportajın video kaydı için yukarıdaki imajı ya da bu satırı tıklayınız.

cumhuriyet
       20 Ocak 2011

faruk

Kısa bir süre önce postadan önüme bir kitap düştü: 'Vatansız Gazeteci, Doğan Özgüden, Cilt 1, Belge Yayınları, İstanbul 2010,' başlığıyla. Anılarını yazmasından tam umudumu kestiğim sırada kitap çıkageldi. Yıllardır 'abi, yazsana, ölüp gideceğiz, hepsi unutulacak', derken, Doğan Özgüden nihayet yazmış! Kalemine sağlık (eskiden öyle derdik.) Ben ise hâlâ bana göre Türkiye'nin en hızlı, en başarılı gazetecisi olan Doğan Özgüden'den bir de 'Türkiye Basın Tarihi 1961-71 ve Sonrası' ayrıca 1967-71 yıllarında önce haftalık ANT dergisinin son sayfasındaki, sonra aylık ANT'ın iç sayfalarındaki Cağaloğlu haberlerinin günümüzde değerlendirilmesini, heyecanla bekliyorum

Dilerim yurtdışına çıkışlarının 40. yılına (Mayıs 2011) anılarının 2. cildini yetiştirir; sonra Türkiye medyasını ayrıca tarihsel bir çerçevede ekonomik, toplumsal, siyasal açıdan değerlendirir.

İnci ve Doğan Özgüden'i (bizler için Doğan Abi, İnci Abla) 1968'de Robert Kolej Öğrenci Birliği Başkanı iken Osman Saffet Arolat kanalıyla tanımıştım. Sonra ANT dergisi için yazılar yazmaya başladım. 1970-71 ANT dergisi Yayın Kurulu'nda görev aldım. Doğan Abi bizim için her zaman efsanevi Akşam gazetesinin ulaşılmaz Genel Yayın Müdürü idi.

Birçoğunu çok sık dinlediğim, önemli bir kısmını (Ekim 1969 - Mayıs 1971) neredeyse 24 saat yaşadığım anıları bir gece uykusuz kalmak pahasına bir solukta okudum. Ne günler!

BİR 'AKTİVİST'

Doğan Abi için tırnakla kazılan bir yaşam. Müthiş bir çalışkanlık, özveri, dürüstlük. Yaşam içinde, pratikte, yoksulluğu, sömürüyü, baskıyı yaşama. Sürekli başkaldırı. İnsanlara güvenme, inanma. Sonra kazık yemeler. Sonra yeniden umutlanma. Ardından aşırı gerçekçilik! Yine de birinci ciltte birçok alandaki kırgınlığını sergilememiş!

Bugüne kadar 12 Mart ve 12 Eylül üzerine çok sayıda anı kitabı çıktı. Ancak 1961-71 üzerine en yetkin bir kalemden, tüm olguları bir 'gazeteci', bir 'siyasal eylemci' ve bir 'aktivist' olarak yaşayan bir kişiden çok değişik anıları içeren bir kitapla karşı karşıyayız.

O günleri anımsayanlar, Doğan Özgüden'i hep ANT ile birlikte bilebilirler. Oysa Türkiye aydınları bir Akşam gazetesi olgusunu hep hatırlamalıdırlar. O dönemde bir sol gazeteci, bir sol yazar yoktu ki, Akşam'dan geçmesin.

Ama bugünün birçok ünlü gazetecisi o günleri anımsamak bile istemiyor. Yeni yetme gazeteciler ise bir Akşam gazetesi deneyimini bilmiyorlar bile. O bu gazeteyi çok farklı bir yerden aldı, sonra ayrılmadan önce hazırladığı 'Talat Aydemir Anıları'yla gazeteyi o zamanki tiraj koşullarında 220.000'e ulaştırdı.

Doğan Özgüden benim için öncelikle Türkiye açısından üç olgunun toplamıdır: 13 Mart 1965'teki Akşam gazetesinin 72 puntoluk 'İşçilere Ateş Açıldı' başlığı; ANT'ın Eylül 1970 sayısındaki 'Kapitalistleşen Subaylar İşçileri Yargılayamaz' kapağı ve Mayıs 1971 sonrasında Avrupa'daki 'Democratic Resistance of Turkey' yayınları.

İnsan belleği 'nisyan ile maluldür', derler. Bugünlerde çok sayıda demokrat (!) kişi anti-darbeci, anti-cuntacı, anti-Kemalist söylemde. Ama Türkiye'de 1970'te 'ordu-gençlik el ele, milli cephede' sloganlarının atıldığı bir sırada, 'Kapitalistleşen Subaylar İşçileri Yargılayamaz' sloganını bir siyasi derginin kapağına taşımak için yürek isterdi.

EĞİTİM SEMİNERLERİ

Salt yürek değil (aklıma ANT dergisi yazarlarından Can Yücel'in bir tüzük tartışması nedeniyle 'sosyalizm tüzük değil, büzük ister' sözleri geliyor), biraz siyasi öngörü, Marksizmde olgunluk gerekiyordu. Milli Demokratik Devrim sloganı yerine halklar sorununu aşmış, bir 'sosyalizm' anlayışını, yani sınıf yaklaşımını izliyor, olmak gerekiyordu.

1969-70 yıllarında ben hem ANT dergisinde yazı yazıyordum, hem de DİSK'te ve DİSK'e bağlı Maden-İş Sendikası'nda eğitim seminerlerinde eğitimciydim, Vatansız Gazeteci'de yazıldığı gibi (s. 504) Fethi Naci, Kemal Sülker, Süleyman Üstün ve Çetin Özek ile birlikte. Daha önce Doğan Abi de o seminerlere katılmıştı. Maden -iş yöneticilerinden Şinasi Kaya onu çok severdi. Vatansız Gazeteci'nin 503. sayfasında konu edilen 'genel grev' de gündeme o ilişki çerçevesinde gelmişti.

ANT dergisinde kısa adı OYAK olan Ordu Yardımlaşma Kurumu'ndan ve bu kurumun yatırımlarından daha önce bahsedilmişti. Ama ilk kez Eylül 1970'te açık biçimde ordu kapağa çıkarılmıştı. Komutanlar, darbeciler bu başlığa çok kızmıştı. Bir de ordudan bir şeyler bekleyen 'devrimciler'. Ve Doğan Özgüden bir kez daha, başka bir biçimde sorgulanmıştı.

Doğan Abi kitapta nasıl yurtdışına çıktığını çok iyi anlatmış. En son Ankara'ya gitmek üzere onunla vedalaşırken (son sahne) yanına bir albay oturmuştu. Ben de çok korkmuştum. Hâlâ ne olacağı belli değildi. Ama artık nasıl Türkiye dışına çıktıklarını belgeledi. Ne yazık ki, 12 Mart sonrasında bazı kendini bilmez kişilerin 'bir arkadaşımı kaçırmak için, Doğan Özgüden'i yurtdışına kaçırdığını bildiğim Faruk Pekin'e gidip bizim arkadaşımızı da kaçırır diye ondan yardım istedim' gibisine gerçek dışı emniyet ve askeri savcılık beyanlarından dolayı ben fazladan işkenceye maruz kalacaktım. Herkes benim Doğan Abi'yi Bulgaristan ya da Sovyetler kanalıyla yurtdışına çıkardığımı sanıyormuş. Bu konu en az 6-7 kişinin ifadesinde yer aldı. Neyse, geç de olsa, belgelerle, herkes Özgüden'lerin eski sosyalist ülke temsilciliklerinin yardımı olmaksızın yurtdışına çıktığını anlamış olacak!

Doğan Abi kitabında anlattığı daktilosunu on parmağıyla bir 'mitralyöz' gibi kullanırdı. Bilgisayar çağı dahil Babıâli'de ondan daha hızlısını görmedim. İkincisi gerçek bir gazeteci olarak steno kullanırdı. Örneğin Türkiye İşçi Partisi'nin program tartışmalarının steno ile tutulmuş tam metni yalnızca onda vardı. O sırada Türkiye'de stenoyu onun gibi kullanan bir kişi de yoktu. Üçüncüsü o dönemdeki gençler arasında 'işçici' olan benden daha 'işçi yanlısı' ve de anti-Kemalist idi. Dördüncüsü, olumlu anlamda kullanıyorum, aşırı naif, aşırı romantikti. Che Guevara'nın ünlü 'ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin'' savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa ve silahlarımız elden ele geçecekse ve mitralyöz sesleriyle, savaş ve zafer naralarıyla cenazemize ağıt yakacaklarsa, ölüm hoş geldi, sefa geldi' sözlerinin gerçek çevirmeni o idi.

Doğan Özgüden'in daha Türkiye'de iken Kürt, Ermeni, Rum, Yahudi (Filistin Davası ayrı) sorunlarına yaklaşımı yurtdışında daha da belirginleşince, iyice 'korkulan' bir isim oldu. Oysa 12 Mart 1971'den önce bugünlerin terimiyle 'Beyaz Türkler' olarak o da, ben de, Osman Saffet Arolat da, Ragıp Zarakolu da Kürtlerin yargılanmadığı bir dönemde 'Kürtçülük'ten yargılanıyorduk. Birkaç ay önce bu olguyu Diyarbakır'da Osman Saffet Arolat ile birlikte katıldığımız bir 'Diyarbakır Turizmi' toplantısında konuşurken de dile getirdim.

'ANT' DENEYİMİ

Bugün Şerefname'yi yayınlamak kolay! O zaman bu iş de biraz yürek isterdi. Şerefname ciltlerini Cağaloğlu'ndaki yürekli hamallarla nasıl bina bina kaçırdık' Bu konularda en yaratıcı olan, her zaman, henüz daha dijital ortam yok iken, hayatımda gördüğüm en iyi sayfa tasarımcısı, en iyi düzeltmen, en teknik kişi olan İnci Özgüden'di.

12 Mart cuntasından sonra içinde ANT'ın da adı geçen, ancak yurtdışı 'faaliyetler'den dolayı hiçbir biçimde ANT''a geri dönülemeyen, çok 'tuhaf' bir dava nedeniyle yaklaşık 2, 12 Eylül Askeri Darbesi'nden sonra da DİSK nedeniyle 3 yıl hapis yattım. Ama gençliğimizin en güzel günlerini ben ve bazı arkadaşlarımız ANT deneyimi ile yaşadık.

'Ama, o da çok katı!' diyor bazıları. Peki, düşünce özgürlüğü ne menem bir şeydir?' Kişilerin 'öz görüşleri'ni ifade hakkı nedir? Beğenmeyebilirsin, ama saygıyla karşılaman gerekir. Biz, ANT dergisinde 'Ortadoğu Devrimci Çemberi' derken, şimdi müze olacağı söylenen Diyarbakır Hapishane'sinde öldürülen DDKO lideri, dostumuz Necmettin Büyükkaya ile 'Kürt Sorunu'nu tartışırken herkes neredeydi (s. 499)? Bizler, Sulhi Dönmezer gibilerinin yazdığı bilirkişi raporlarıyla 'Kürtçülük'ten her bir-iki satırlık yazı için 7,5 yıllık hapislerle yargılanırken, bugünün 'demokrat'ları neredeydi?

Türkiye basın tarihinde bence bu kadar başarılı olan ve Akşam gazetesi ile çok sayıda Türkiyeli aydını Türkiye entelektüel yaşamına taşıyan Doğan Özgüden, önce 12 Mart, ardından da 12 Eylül sonrasında Türkiye'nin diktatörlük ortamından çıkmasında epey katkısı olan eylemleri ve yayınlarıyla solcuları (!) bile korkuttu.

Akşam'ın ya da ANT'ın içinde ya da kenarında olan çok sayıda gazeteci, yayıncı, aydın kişi hızla onu 'unutmayı' tercih etti. 12 Eylül sonrasında onlar yurtdışında 'sürgün'de iken, Türkiye'de 'ünlüler', 'yazarlar'' ansiklopedileri çıktı. Resmi devlet politikasına 'saygı' gösteren yazarlar-çizerler onu ansiklopedilerine almadı. Oysa onun Akşam gazetesinde kendilerine yazı yazma olanağı tanıyıp ünlü kıldığı kişiler o kitaplarda yer almıştı. O, artık bazılarına göre TC'nin bir 'düşmanı' idi. Kimse ona bulaşmak istemedi.

2007 TÜYAP Kitap Fuarı'nda Akşam gazetesini, ANT Sosyalist Dergi'yi unutanlar için, ANT'ın kuruluşunun 40., Vatansız Gazeteci kitabını yayınlayan Belge Yayınları'nın 30. yılı nedeniyle bir anma toplantısı yapıldı. Beş kişi konuşacaktı. İnci ve Doğan Özgüden'lerin sandalyeleri boş kaldı. Çünkü Türkiye'ye gelemediler. Biz (Yalçın Yusufoğlu, Ragıp Zarakolu, Faruk Pekin) konuştuk.

Her sosyalist, her demokrat, her aydın Akşam gazetesini ve ANT dergisini kavramak, daha doğrusu 1961-1971 dönemini algılamak için Vatansız Gazeteci'yi okumak, ilgilenmek ve sorgulamak zorunda. İstanbul ya da Türkiye 15 Aralık 2010 gecesi ölümünün 75. yılında Türkçe, Ermenice ve Kürtçe şarkılarla Kevork Gomidas'ı Lütfi Kırdar Salonu'nda büyük bir konser ve ilgili Bakan katılımı ile anarak bağrına bastı. Ne güzel bir etkinlik.

Ama Doğan Özgüden hâlâ vatansız, yani haymatlos. İnci Özgüden de öyle. Böyle oluyor bu işler. Küreselleşme ortamında, sınıf pusulasını şaşırdığımızda.

Vatansız Gazeteci/ Doğan Özgüden/ Belge Yayınları/ 558 s.



atgb
7 Ocak 2011

ATGB Başkanı Gürsel Köksal: Gazeteci Doğan Özgüden'in Anıları

Uzun yıllardır Brüksel'de yaşayan Gazeteci Doğan Özgüden anılarını yayınlamaya başladı.

"Vatansız" Gazeteci başlıklı kitabın Belge Yayınları'ndan çıkan birinci cildi, Doğan Özgüden'in Türkiye'deki çocukluk ve gazetecilik  yıllarını (eşi gazeteci İnci Özgüden-Tugsavul'la 12 Mart darbesinin ardından Türkiye'den ayrılmalarına kadar) içeriyor.

Aşağıda kitapla ilgili Belge Yayınları'nın duyurusu yer alıyor.
 
Doğan Özgüden, eşi İnci Özgüden-Tugsavul'la birlikte 1971 askeri darbesinin ardından Türkiye'den ayrılmış ve Belçika'ya yerleşmişlerdi.

O dönemden beri Brüksel'de çalışmalarını eşiyle birlikte yürüten ve birlikte kurdukları Info-Türk Ajansı'yla Türkiye üzerine çeşitli dillerden yayınlar yapan Özgüden'e, 2007'de Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nce "Türk Basını'na 50 yılı aşkın süreyle vermiş olduğu seçkin hizmetler" nedeniyleTeşekkür Belgesi verilmişti.

Aşağıdaki link üzerinden Doğan Özgüden ve İnci Özgüden-Tugsavul'la ilgili ayrıtılı bilgilere ulaşabilir, kendileriyle haberleşebilirsiniz.
http://www.info-turk.be/ozguden-tugsavul-T.htm
 
Sayın Doğan Özgüden'e bu sıradışı yaşam öyküsünü yazılı hale getirerek kamuoyuna ulaştırdığı için teşekkürler.

Böylece sadece Türkiye'nin yakın tarihini değil, Türkiye dışıdaki Türkiye'yi daha iyi anlayabilmek, değerlendirebilmek için onun tanıklığından da yararlanabileğiz.

Avrupa'da yaşayan gazetecilerin, ATGB üyelerinin Avrupa'da yaşayan en kıdemli Türk gazetecilerinden İnci ve Doğan Özgüden'in, öykülerini ve mücadelelerini yakından tanıma şansını kaçırmamaları umuduyla.
 
Saygı ve sevgilerimle
 
Gürsel Köksal
ATGB Başkanı


turkpress

8 Ocak 2011

Uzun yıllardır Brüksel'de yaşayan
Gazeteci Doğan Özgüden anılarını yayınlamaya başladı

Doğan Özgüden, eşi İnci Özgüden-Tugsavul'la birlikte 1971 askeri darbesinin ardından Türkiye'den ayrılmış ve Belçika'ya yerleşmişlerdi.

O dönemden beri Brüksel'de çalışmalarını eşiyle birlikte yürüten ve birlikte kurdukları Info-Türk Ajansı'yla Türkiye üzerine çeşitli dillerden yayınlar yapan Özgüden'e, 2007'de Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nce "Türk Basını'na 50 yılı aşkın süreyle vermiş olduğu seçkin hizmetler" nedeniyleTeşekkür Belgesi verilmişti.

Konuyla ilgili bir açıklama yapan Avrupa Türk Gazeteciler Birliği (ATGB) Başkanı Gürsel Köksal Doğan Özgüden'in 'Vatansız' adlı kitabıyla ilgili ' Böylece sadece Türkiye'nin yakın tarihini değil, Türkiye dışıdaki Türkiye'yi daha iyi anlayabilmek, değerlendirebilmek için onun tanıklığından da yararlanabileğiz.

Avrupa'da yaşayan gazetecilerin, ATGB üyelerinin Avrupa'da yaşayan en kıdemli Türk gazetecilerinden İnci ve Doğan Özgüden'in, öykülerini ve mücadelelerini yakından tanıma şansını kaçırmamaları umuduyla' değerlendirmesinde bulundu.

Dogan Özgüden - Inci Tugsavul

Info-Türk kuruculari Dogan Özgüden ve Inci Tugsavul 40 yili askin bir süredir birlikte calisiyor ve mücadele veriyorlar.

Dogan Özgüden bir demiryolu emekçisinin oglu olarak 1936'da Kalecik'in Irmak istasyonu'nda dogdu. Ilk ve orta ögrenimini Türkiye'nin çesitli köy ve sehirlerinde yapti. Yüksek iktisat ögrenimi (YETO) yaparken 1952 yilinda gazetecilige Ege Günesi Gazetesi'nde basladi.

Öncü ve Milliyet gazetelerinde temsilcilik, Sabah Postasi ve Gece Postasi gazetelerinde yazi isleri müdürlügü görevlerinde bulunduktan sonra zamaninin en büyük sol günlük gazetesi olan Aksam'da genel yayin müdürlügü yapti (1964-66).

Sol harekete genç yasta katilan Özgüden, 1962'den sonra Türkiye Isci Partisi (TIP) saflarinda mücadele verdi ve 1964 yilinda bu partinin Merkez Yürütme Kurulu'na seçildi.

Inci Özgüden-Tugsavul 1940'da Ankara'da dogdu. Gazetecilige, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde yüksek ögrenimini sürdürürken 1961 yilinda Ankara'da Hür Vatan Gazetesi ve Kim Dergisi'nde basladi. Daha sonra Hareket (1962-63) ve Aksam (1963-66) gazetelerinde çalisti.

1962'de Ankara Gazeteciler Sendikasi, 1963'te Istanbul Gazeteciler Cemiyeti tarafindan "Yilin Gazetecisi" ödülüne layik görüldü.

Özgüden'ler, 1967'den sonra sosyalist haftalik dergi Ant'i ve Ant Yayinlari'ni kurarak 1971'de sikiyönetim tarafindan kapatilincaya kadar yönettiler. Yazdiklari ve yayinladiklari yazilardan dolayi haklarinda 50'den fazla dava açildi. 300 yili askin hapis cezasi talebiyle tehdit edildiklerinden 1971 askeri darbesinden sonra Türkiye'den ayrildilar.

Avrupa'da diger muhalif sürgünlerle birlikte Demokrati Direnis Hareketi'ni kurarak Cunta rejimine karsi kampanya yürüttüler.

1974'ten beri Brüksel su kurumlari yönetiyorlar:

Cesitli dillerde Türkiye üzerine yayin yapan Info-Türk Ajansi (http://www.info-turk.be)

Cok uluslu göçmen egitim merkezi Günes Atölyeleri (http://www.ateliersdusoleil.be)

1980 darbesinden sonra Özgüden ve Tugsavul, askeri cuntaya karsi hariçte mücadele yürütmek üzere Avrupa'da kurulan Demokrasi Için Birlik (DIB)'in genel baskanligi ve yayin yönetmenligi görevlerini üstlendiler.

Cunta'ya karsi yürüttükleri muhalefetten dolayi 200'e yakin rejim karsitiyla birlikte 1982 yilinda Türk vatandasligindan çikartildilar. Bu karar on yil sonra iptal edildiyse de, Disisleri Bakanligi kendilerine, Türkiye'ye döndükleri takdirde daha önce Avrupa Insan Haklari Mahkemesi'ne bildirilen agir suçlamalardan dolayi tutuklanmayacaklari ve yargilanmayacaklari konusunda herhangi bir yazili güvence vermeyi reddetti.

Aksine, 1971 darbesi'nden otuz yil sonra, cuntaci generalleri elestiren bir yazisindan dolayi Dogan Özgüden hakkinda yeni bir dava açildi ve mahkeme kendisinin Türkiye'ye girer girmez tutuklanmasi için sinir kapilarina bildirimde bulundu. Daha sonra TCY'nin 301. Maddesine göre sürdürülen dâva, Özgüden'in Türkiye'ye girisinde tutuklanarak mahkemeye sevkedilmesine kadar askiya alindi.

Dogan Özgüden Türkiye'de Gazeteciler Sendikasi, Gazeteciler Cemiyeti, Basin Seref Divani ve Basin Ilan Kurumu yönetim kurullarinda, Türkiye Isçi Partisi Merkez Komitesi'nde bulundu. Halen Belçika Gazeteciler Cemiyeti, Belçika Insan Haklari Dernegi, Brüksel Kültürler Arasi Etkinlikler Merkezi (CBAI) ve Irkçilik ve Yabanci Düsmanligiyla Mücdale Hareketi (MRAX) üyesi.

Türkiye'de yayinlanmis kitaplari: Fasizm (1965) , Kapitalizm (1966); Avrupa'da da Ingilizce, Fransizca ve Hollandaca olarak yayinlanmis baslica kitaplari: Türkiye Dosyasi (1972), Iskencede Türkiye (1973), Türkiye, Fasizm ve Direnis (1973), Uluslararasi Sendika Hareketi (1979), Türkiyeli Göçmen Isçiler (1983), Türkiye'de Militarist "Demokrasi" üzerine Kara Kitap (1986 ve 2010), Türkiye'de Islam Köktendinciligi (1987), Türkiye'de Asiri Sag Hareket (1988), "Vatansiz" Gazeteci - I. Cilt - Sürgün öncesi (2010)

Ankara Gazeteciler Cemiyeti ve Ankara Gazeteciler Sendikasi'nin eski üyesi olan Inci Özgüden-Tugsavul ise halen Belçika'da Uluslararasi Basin Cemiyeti (API)'nin üyesi. Istanbul'da 1965'te yayinlanmis Müzik Rehberi ve Brüksel'de 1991'de yayinlanmis Türk Kadini isimli çalismalari bulunuyor.

Ayrıntılı bilgi www.info-turk.be/ozguden-tugsavul-T.htm web adresinden alınabilir.

bia

24 Ocak 2011, Pazartesi    
         

Gazeteci Doğan Özgüden, 1960'lı yılların büyük gazetelerinden Akşam'ı, emek ve demokrasi hareketinin yayın organına dönüştürmüş efsanevi genel yayın yönetmeni. Birçok ilk'i hayata geçirmiş Ant dergisinin ve Ant Yayınları'nın kurucusu... Kürt sorunundan Kemalizme, pek çok netameli konuda aydın tavrını (hem de 70'li yıllardan başlayarak) ödünsüzce sürdürmüş bir gazeteci... 60 yıllık gazetecilik ve mücadele serüveninde davaları, sürgünlüğü, tehditleri göğüslemiş; yok sayılmayı, suskuya terk edilmeyi, değerbilmezliği de yaşamış bir eylem adamı..

İşte bu hareketli yaşamı (dostlarının ve eşi İnci Hanım'ın ısrarı üzerine) kaleme almış Özgüden; çocukluğundan 1971 yılında başlayan sürgünlüğe kadar yaşadıklarını, 'Vatansız' Gazeteci* adıyla kitaplaştırmış.

Türkiye basın ve siyaset tarihinin önemli dönemeçlerinin tanıklığının da ortaya konduğu kitap, ne yazık ki henüz yeterince ilgi görmemiş. Kitap bize vesile olsun dedik, Özgüden'le bianet için konuştuk. Söyleşiye geçmeden önce biraz 'Özgüdenler tarihi': Doğan Özgüden, eşi İnci Özgüden Tuğsavul ile 1967'de haftalık sosyalist dergi Ant'ı ve Ant Yayınları'nı kurdu; dergi, 1971'de Sıkıyönetimce kapatıldı. Özgüdenler hakkında yazdıkları ve yayımladıkları yazılar nedeniyle 50'den fazla dava açıldı, 300 yılı aşkın hapis istemiyle yargılandılar. 1971 yılında, Türkiye'den ayrılmak zorunda kaldılar; artık mücadele yurtdışında sürecekti. Gerek 12 Mart, gerekse 12 Eylül cuntalarına karşı yurtdışında örgütledikleri kampanyalar, her iki dönemin cunta şeflerini ve Özal gibi 'darbe başbakanları'nı çok kızdırdı. 200'e yakın rejim karşıtıyla birlikte 1982 yılında Türk vatandaşlığından çıkartıldılar. Bu karar on yıl sonra iptal edildiyse de, Dışişleri Bakanlığı kendilerine, Türkiye'ye döndükleri takdirde tutuklanmayacakları ve yargılanmayacakları konusunda herhangi bir yazılı güvence vermeyi reddetti. Özgüdenlerin sürgünlüğü Belçika'da devam ediyor. Gazeteciliği de burada sürdürüyorlar. Özgüden çifti, 1974'den beri çeşitli dillerde yayın yapan Info-Turk Ajansı (http://www.info-turk.be) ile çokuluslu göçmen eğitim merkezi Güneş Atölyeleri 'nin(http://www.ateliersdusoleil.be) yöneticiliğini yapıyor.

Doğan Özgüden, 2008 yılında, aldığı tehditlerle de gündeme gelmişti. Bianet'in 12 Aralık 2008 tarihli haberinden özetlersek; "Özgüden, Brüksel'deki Türkiye Büyükelçiliği'ndeki bir tören sırasında Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül'ün Rumların ve Ermenilerin Türkiye'den tehcir edilmesi politikasını övdüğünü İnfo-Türk'te duyurmuştu. Site, aynı törende Büyükelçi Fuat Tanlay'ın da, Türk bayrağını öven ve 'Sana benim gözümle bakmayanın mezarını kazacağım. Seni selamlamadan uçan kuşun yuvasını bozacağım' ifadesinin geçtiği bir şiir okuduğunu bildirmişti. Söz konusu kişilere yönelik eleştiriler üzerine Beltürk başta olmak üzere hükümet yanlısı birçok sitede, İnfo-Türk'e karşı, Doğan Özgüden'in linç edilmesini teşvike kadar varan bir kampanya" yürütülmüştü.

Doğan Özgüden Türkiye'de Gazeteciler Sendikası, Gazeteciler Cemiyeti, Basın Şeref Divani ve Basın İlan Kurumu yönetim kurullarında, Türkiye İsçi Partisi Merkez Komitesi'nde bulundu. Halen Belçika Gazeteciler Cemiyeti, Belçika İnsan Hakları Derneği, Brüksel Kültürlerarası Etkinlikler Merkezi (CBAI) ile Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığıyla Mücadele  Hareketi'nde (MRAX) çalışmalarını sürdürüyor.

Hakkınızda açılan 50'den fazla dava, 300 yıla yakın hapis istemi... Vatandaşlıktan çıkarılma... Ne yaptınız da devleti bu kadar kızdırdınız?

Demokrasiden ve insan haklarından asla nasibini alamamış bir devlete kızgın olan her kişinin yapması gerekeni yaptığım için...

Sürgünlük süreci nasıl başladı? Bu kararı vermek kolay olmasa gerek?

İnci'ye ve bana karşı açılan davaların ciddi boyutlara ulaşmasına rağmen, sarı basın kartlı gazeteciler olarak kolaylıkla pasaport alabileceğimiz halde, "Ne olur ne olmaz, bir gün lazım olabilir" diye düşünüp de zamanında pasaport dahi almamıştık. Bir yıl önce, 15-16 Haziran direnişinden sonra "Kapitalistleşen subaylar işçi sınıfını yargılayamaz" diye yazdığım için zaten askerlerin tehdidi altındaydım. Sıkıyönetimin Ant'ı kapatıp bildirilerle ve "insan avı" afişleriyle beni aramaya başlaması üzerine, yazı kurulundaki arkadaşlar, ne pahasına olursa olsun Türkiye'yi terk ederek Avrupa'da cunta yönetimine karşı mücadele yürütmemizde ısrar ettiler. Bunun üzerine bir yakınımızın aile pasaportunu tahrif ederek Türkiye'den çıktık.

71 darbesinden 30 yıl sonra da, cuntacı generalleri eleştiren bir yazınızdan dolayı hakkınızda bir dava açıldı; mahkeme, Türkiye'ye girer girmez tutuklanmanız için sınır kapılarına bildirimde bulundu. Bunu öğrenince neler hissettiniz?

Üzerimizdeki baskılar Avrupa'daki 40 yıllık sürgün yaşamında da hiçbir zaman kesilmedi. Bir an önce Türkiye'ye dönmeyi düşündüğümüz için iki yıl sahte pasaportla illegalde mücadele sürdürdük. Ne ki Demokratik Direniş adına yürüttüğümüz mücadele Cunta'yı rahatsız eder hale gelince, askerin mutemet adamı Turhan Feyzioğlu, Avrupa Konseyi'ne hakkımızda ihbarda bulundu. Bunun üzerine Hollanda'da legale çıkmak zorunda kaldık. Çalışmalarımızı Avrupa Birliği'nin başkenti Brüksel'de yürütmek istiyorduk. Ancak TC Büyükelçiliği, Birleşmiş Milletler himayesinde mülteci olduğumuz halde, Brüksel'e yerleşmemizi tam üç yıl engelledi. Genel aftan yararlanarak 70'li yılların sonunda Türkiye'ye kesin dönüş yapmaya karar vermiştik ki, bu kez de militarizm üzerine çevirdiğim bir kitabın Türkiye'de yayınlanması üzerine İstanbul Donanma Askeri Savcılığı hakkımda dava açtı, dönüşümüzü ileri bir tarihe erteledik. Ancak 12 Eylül Darbesi'nden sonra diğer rejim muhalifleri gibi vatandaşlıktan atılmamız dönüşü tamamen olanaksız kıldı. 71 Darbesi'nin otuzuncu yıldönümünde yazdığım yazıdan dolayı hakkımda dava açılması, Türkiye'ye dönersem sınır kapılarında tutuklanmama karar verilmesi hiç de şaşırtıcı olmadı. Dava, Türkiye'de düşüncelerini özgürce ifade etmeyi görev bilen herkesin başında Damokles'i kılıcı gibi sallanan 159. (şimdiki 301.) Madde'den açılmıştı. Yani orduya hakaret... 21. yüzyılda böyle bir maddenin yürürlükte olması Türkiye'yi yönetenler için tam bir yüzkarasıdır.

İki yıl önce de ciddi tehditler aldınız. Şu anki durum nedir? Yeni bir gelişme var mı?

Tehditler, hakaretler Belçika'da hiç eksik olmadı. Ama iki yıl önce tehditler o zamanki Büyükelçi Fuat Tanlay'ın Türk medyası aracılığıyla yaptığı kışkırtmalar sonucunda ciddi bir boyut almıştı. Bunun üzerine Belçika Hükümeti beni ve yönettiğim kurumları koruma altına almak zorunda kaldı. Büyük ölçüde bu tedbirlerin alınmasından, bir ölçüde de Tanlay'ın Başbakan Erdoğan'ın 'Dışilişkiler Başdanışmanlığı'na atanarak Brüksel'den uzaklaşmasından sonra saldırılar yoğunluğunu yitirdi. Ama hâlâ sürekli temkinli olmak zorundayım.

Sizin yönetiminizde Akşam, büyük bir sol gazeteye dönüşmüştü. Ardından yine kurucusu olduğunuz Ant dergisi, en başarılı sol dergilerden biri oldu. Derken Ant Yayınları ile yayıncılık serüveni... İlk Che kitapları, ilk Filistin, ilk Kürt tarihi kitapları, gerilla hareketlerinin deneyimlerine dair Türkçedeki ilk ürünler... Tüm bunlar yayıncılık ve gazetecilik alanında hâlâ anımsanan deneyimler. Motivasyon kaynağınız neydi?

Hani Babıâli'de çok tekrarlanan bir söz vardır. "Gazeteci olunmaz, gazeteci doğulur"... Galiba bundan ben de nasiplenmişim. Kitabımda ayrıntılı anlattığım hareketli çocukluk ve ilk gençlik yıllarım bende mücadeleci gazeteciliğin ön koşullarını yaratmış olmalı. Gazeteci olmak için değil sırf yükseköğrenimde aileme yük olmamak için çalışmaya başladığım basın dünyasında gerek yurt, gerekse dünya olaylarını sadece iş olsun diye değil, belli bir sorumluluk duygusu içinde değerlendirme kararlılığım, benim sadece medyada değil, aynı zamanda sendikacılık alanında ve siyasal mücadelede de çizgimi belirledi.

Ant dergisi, o yıllarda; Mahirlere, Denizlere, 1971 direniş çizgisine destek veren tek legal sol yayın organıydı sanırım. Bu süreçten kısaca söz eder misiniz? Bu süreçte ne tür baskılarla karşılaştınız?

Mahir'ler, Deniz'ler, Kaypakkaya'lar, Türkiye'de 60'lı yılların başında örgütlenmeye başlayan sosyalist hareketin en genç ve en sağlıklı filizleriydi. Benden sonraki kuşaktandılar. Benim gibi onlar da TİP deneyinden geçtiler ve orada büyük hayal kırıklıklarına uğradılar. Kitapta anlatıyorum. Daha onların adları birinci planda duyulmaya başlamadan önce, 1964'te yapılan 1. Büyük Kongre'de TİP, sol gençlikle bağlarını büyük ölçüde koparttı. Bu tavra muhalefetimden dolayı partiden ihraç edilinceye kadar TİP içinde, daha sonra yönettiğim Akşam'da ve Ant'ta devrimci gençliğe hep destek oldum. Pratikteki yanlışları ne olursa olsun, ki bunları da Ant'ta eleştiriyorduk, onlar gerçekten yaşamlarını, kişisel mutluluklarını sosyalizm için feda etmiş gözü pek, yürekli devrimcilerdi. 12 Mart'tan sonra sağıyla soluyla her yandan saldırıya uğrayan bu gençlere destek olmak, onları savunmak bir görevdi, biz bu görevi yerine getirdik.

1964-66 yılları arasında Akşam'ın, 1967-71 arasında da Ant dergisinin genel yayın yönetmenliğini yaptınız...  Türkiye basın tarihinin özellikle 71'e kadarki sürecinin en yakın tanıklarından birisiniz. Bu bilgi ve deneyimle, bugünün yazılı medya ortamını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bir de gazetesi, dergisi, internet sayfalarıyla bir sol/muhalif medya damarı var. Türkiye'de bu alandaki çalışmaları, yayınları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Biz Türkiye'deyken büyük medya, büyük sermayenin, siyasal iktidarların kirli hesaplarına bu denli alet olmamıştı, bunlarla bu denli iç içe geçmemişti.  Teknolojik gelişme, görsel medyadaki ve sanal iletişimdeki inanılmaz yenilikler dikkate alındığında benim dönemimle kıyaslama yapmak çok zor, çünkü veriler çok farklı. Benim için önemli olan sorunuzun ikinci bölümünde sözünü ettiğiniz sol/muhalif medya damarı... Sadece Türkiye'de değil tüm dünyada geleceği belirleyici olan bu damar. Golyat'a kafa tutan Davut'lardır bunlar.

Gazetecilik çalışmalarınız sürgünde de devam etti. İnfo-Türk web sayfası, kitaplar, broşürler... Gazeteciliği sürgünde sürdürmenin zorlukları neler?

Sürgündeki gazetecilik çalışmamız aslında Ant'ın bir başka coğrafyada, farklı dillerde, farklı bir okur kitlesine seslenen yeni bir versiyonudur. Hep yukarıda sözünü ettiğimiz damardan beslendik, o damarı besledik. Özellikle Türkiye'de yayın yasaklarının sürdüğü dönemlerde Türkçe yayınlar da yaptık, Türkiye'ye soktuk, ama özellikle sanal ortama geçildiğinden beri daha çok dünya kamuoyuna seslenen çalışmalar yürütüyoruz. En büyük zorluk tabii ki dil sorunundan kaynaklanıyor. Ana dil dışındaki dillerde yayın hazırlamak çok dikkat ve özen gerektiriyor.

İnci Hanım'la birlikte, Avrupa'daki diğer muhalif sürgünlerle birlikte Demokratik Direniş Hareketi'ni kurarak cunta rejimine karşı kampanya yürüttünüz. 1980 darbesinden sonra da bu kez Evren cuntasına karşı Avrupa'da kurulan Demokrasi İçin Birlik (DİB) hareketinin örgütleyicilerinden oldunuz. Belleğinizde o mücadele yıllarından bugüne kalan en diri görüntüler, anılar neler?

Demokratik Direniş Hareketi... O yıllarda Avrupa özelinde İspanya, Portekiz ve Yunanistan da Türkiye gibi faşist diktatörlüklerin pençesindeydi. Vietnam Savaşı, Latin Amerika, Afrika ve Asya'da ulusal kurtuluş hareketleri... Tüm bu ülkelerin direnişçileriyle gerçek bir kardeşlik ve yoldaşlık yaşadık. Demokrasi İçin Birlik Hareketi'ni başlattığımızda Türkiye halklarının direnişçileri oldukça yalnızdı, direniş örgütlemek daha zordu. 12 Eylül Cuntası'na karşı AB'nin başkentinde düzenlediğimiz ilk büyük protesto gösterisini unutmam mümkün değil... Ancak bu direnişi örgütleyen bir avuç devrimcinin, daha sonra onların sağladığı olanaklarla Avrupa'ya intikal edip bir nevi hazıra konan "siyasal önderler" tarafından kendi siyasal pazarlıklarına engel görülerek tasfiye edilmesi acılı bir anıdır.

Şu anda mesleğe köşe yazarı olarak devam eden isimler de dahil, birçok ünlü isimle Akşam döneminde birlikteliğiniz, çalışma arkadaşlığınız oldu. Gazete ve dergi serüveni bittikten sonra, özellikle sürgünlük sürecinde de ilişkinizin sürdüğü isimler oldu mu? Şunu da soruya eklemek istiyorum: Eski dostlukları düşündüğünüzde uzun sürgünlük yıllarında neler yaşadınız?

Avrupa'ya yolları düştüğünde arayıp soranlar, arada bir telefon ya da e-mail'le haberleşenler olsa da, çok az... Devlet terörünün hakkımızdaki baskı ve soyutlama kampanyasından ötürü bu durumu, içim burkulsa da, anlıyorum. Gazetecilik hayatımda birlikte çalıştığım arkadaşları, zaman zaman aramızda çıkan görüş ayrılıklarına rağmen hep sevgiyle anıyorum. Çetin Altan ve Yaşar Kemal, o kuşaktan hayatta kalan ve hâlâ aynı üretkenlikle yazmaya, eser vermeye devam eden Türkiye'nin en güçlü kalemleri...  Akşam'ı yönetmeye başladıktan sonra açtığım forum sayfasına, "Düşünceye Saygı" genel başlığını koymuştum. Bugün karşı görüşte de olsam kendilerinin düşüncelerine saygı duyuyorum, yeter ki onlar da benim düşüncelerime saygı duysunlar...

70'lerden beri Kürt sorununa önem veriyorsunuz. Bugün de Avrupa Barış Meclisi üyesi olduğunuzu biliyoruz. Kürt sorunu etrafında yapılan tartışmaları ve sorunun çözümü konusunda Kürt özgürlük hareketi ile Türkiye sosyalist hareketinin çabalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Tıpkı gençlik konusunda olduğu gibi, Kürt sorununda da Türkiye sosyalist hareketi üstüne düşen görevleri, en azından benim Türkiye'de bulunduğum yıllarda yeterince yerine getiremedi. Ama öncesi de var... Sol bu konuda cumhuriyetin ilk on yıllarında da Kemalizm'in dümen suyunda sürüklenmişti... Bugün Kürt ulusal hareketi sadece Türkiye değil, Ortadoğu siyasetinde, hatta Avrupa siyasetinde etkin ve belirleyici bir güçtür. Halkların ve azınlıkların özgürlükleri konusunda Türk Devleti'nin karşısında muhataptır. Türkiye sosyalist hareketi ona destek olmak zorundadır.

Son sorumuz: Türkiye'de en çok neyi özlediniz? Yarın çıkıp gelme olanağınız olsaydı, burada yapmak istediğiniz ilk ne olurdu?

Türkiye'ye dönüş birçok koşullara bağlı ve de zor... Google Map çıktı çıkalı en sevdiğim şeylerden biri, günlük çalışmadan yoruldukça; çocukluğumdan itibaren yaşadığım köyleri, büyük kentlerde yaşadığım, çalıştığım mahalleleri, sokakları arayıp bulmak, uydu fotoğraflarına bakmak. Ne yazık ki artık çoğunun yerinde yeller esiyor ya da beton yapılar yükseliyor. Olsun, yine de ilk fırsatta oralara gidip binbir acı ve sevinçle dolu geçmişimi bu dünyadan kopup gitmeden bir daha yaşamış olurum... (VA/EÖ)

* 'Vatansız' Gazeteci, Cilt 1-Sürgün Öncesi; Doğan Özgüden; Belge Yayınları, Aralık 2010

evrensel
28/12/2010

GERÇEĞİN GÖZÜYLE

Gazeteci anıları

TURGAY OLCAYTO

“Gazetecilik, daha özenli olmaları gereken kişiler, hatta çoğu kez bu mesleğin içindekiler tarafından adına leke sürülse de, onurlu bir meslektir. İdeolojik eğilimleri ne olursa olsun hükümetlerin çoğu, basına açıkça müdahale etmedikleri zamanlarda bile sansür ve denetim uygulamaya çalışır, bunu da genellikle başarırlar. Gazete sahipleri, büyüklük hastalıklarını bir kenara bırakalım, basını kendi iktidar ve zenginlik arayışlarını tatmin edecek bir araç olarak kullanırlar. Gazetecilerin ise şakayla karışık söylendiği gibi etik dışı davranmak için rüşvet almaya bile ihtiyaçları yoktur. Hatta ‘tüketiciler’ de saçmalığa ve bayağılığa prim verip, berbat standartları kural kabul ederek gazeteciliğin hizmet dışı kalması için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Yine de gazetecilik onurlu bir meslektir, çünkü, haber, yorum ve görüşleri içeren bilgilerin dolaşımını sağlamak gibi onurlu bir amacı vardır. Bu onurlu bir amaçtır, çünkü toplumun -özellikle demokratik olma iddiasındaki bir toplumun- sağlıklı olması buna bağlıdır.”

Alıntıladığım satırlar Andrew Belsey ve Ruth Chadwick adlı iletişim bilimcilerinin “Medya ve Gazetecilikte Etik Sorunlar” kitabından. Dilimize bir başka İletişim Bilimci, Prof. Dr. Nurçay Türkoğlu çevirmiş. Belge Yayınlarından çıkan, Gazeteci Doğan Özgüden’in anılarının ilk cildini oluşturan “Vatansız Gazeteci” kitabının sayfalarında dolaşırken ister istemez medya, siyaset, sermaye sarmalında gazetecinin ne kadar özgür kalabileceğini,etik ilkelere nasıl uyum sağlayacağını düşünmeye başladım. Doğan Özgüden gazeteciliğin mutfağında yetişmiş bir usta. Yöneticilik yapmış,gazete çıkarmış, kurduğu Ant Yayınevi ile de tek tip öğretiye karşı eleştirel düşüncenin ufuklarını açan kitaplar yayınlamış.Eşi İnci Özgüden ile birlikte salt gazetecilik, özgün bir yayıncılık yapmanın uğraşı içinde olmuşlar. Oysa cumhuriyet tarihimiz boyunca devlet söyleminin dışına çıkan gazetecilere, yazarlara, şairlere,aydınlara iktidarların pek sıcak bakmadığını biliyor olmalıydılar. Hele de toplumcu görüşlere sahipseniz, sosyalist bir partide görev alıyorsanız artık devletin soluğunu sürekli hissedersiniz ensenizde. Sorarlar size: Halkı aydınlatmak, bilgilendirmek size mi kaldı? Devlet ne güne duruyor? Demokrasi sözcüğünün siyasetçilerin ağzından düşmediği, iktidarın demokratik açılım projesi ürettiği bir ortamda hâlâ düşünceyi ifade özgürlüğü yasalarla kısıtlanmışsa, hâlâ yasalar,yasaları uygulamakla yükümlü makamlar, YÖK, RTÜK gibi kurumlar, üniversiteler ülkeyi yasaklarla çekip çeviriyorsa, hâlâ 50 gazeteci demir parmaklılar arkasında yeni bir yıla giriyorsa, böyle ayıplı bir demokrasiden söz etmenin ne yararı var?

Doğan Özgüden’in Türkiye serüvenini özetlemek kolay, 12 Mart 1971 darbesinde politik göçmen, 12 Eylül 1980 askeri cunta döneminde yurttaşlıktan çıkarılmış “vatansız”. Bakın anılarında bu vatansızlık durumunu nasıl değerlendiriyor Özgüden:

“…Herhalde gurbeti içimde taşıyarak göçeceğim bu dünyadan. Ne dert ? Görmesem de,bir vatansız olarak ya da daha doğru bir deyişle bir dünya vatandaşı olarak Türkiye’yi her gün geceli gündüzlü yaşamıyor muyum, tıpkı Belçika’yı,Filistin’i, Küba’yı,Vietnam’ı, Ruanda’yı yaşadığım gibi.Önemli olan,vatanlı da olsan, vatansız da olsan,insan onuruyla eğilmeden, bükülmeden yaşamış olmak,yaşadıklarımla gurur duyuyorum.

‘Vatansız Gazeteci’ daha ilk sayfadan başlayarak sarıp sarmalıyor insanı. Özgüden’in ustalıklı anlatımıyla bir solukta okunuyor. O dönemlere bencileyin tanıklık edenlerinse altını çize çize okuyacakları bölümler de çok elbet. Ülke gerçeklerine ilgi duyan, 1960’lı yıllardan başlayarak siyaset tarihimizi, ekranlardan yalan yanlış sunulan kimi programlarla tanımak şanssızlığına uğrayan gençlere, Doğan Özgüden’in kitabı önemli bir kaynak. Yararlanacaklarını ummak istiyorum. Türkiye’de bir dönem devrimci yazılar yazıp, sol nutuklar attıktan sonra askeri darbe dönemlerinde yurt dışına çıkan, ancak bir süre sonra neoliberal kimlikleriyle ülkeye dönüp iktidarlara biat eden kimi gazeteciler için de Doğan’ın kitabından çıkaracakları çok ders var.


dunya

7 Ocak 2011

Arolat’ın kitaplığından:
Sürgündeki “Vatansız” Gazeteci

Osman S. Arolat
 
Gazetecilik yaşamımın başlangıcından bu yana, yani amatör olarak Öncü gazetesinde ilk imzamı görmemden bu yana 49 yıl geçmiş. Bu 49 yıllık dönemde benim gazeteci olarak gelişmemde önemli köşe noktaları olarak gördüğüm dönemler var. Bunlar sırasıyla Sendika gazeteleri çıkarmam, ANT dergisi, Ortam Dergisi, İSTA-THA ajansları, İsveç RİSK radyo, Alman WDR, İngiliz BBC radyosu, Milliyet, Güneş, Sabah, Günaydın ve Dünya gazeteleri…
 
Bu 49 yıllık dönemde bazı gazetecilerden çok şey öğrendiğimi düşünürüm. Bunlardan biri THA patronu rahmetli Kadri Kayabal, diğeri ANT dergisi yönetmeni Doğan Özgüden, bir üçüncüsü halen çalışmakta olduğum DÜNYA gazetesinin sahibi rahmetli Nezih Demirkent’tir.
 
35 yaşında yurdu terk etti
 
Doğan Özgüden, gazetecilik yaşamında genç yaşta başarılar elde etmiş ve 35 yaşında siyasal 12 Mart darbesinin ardından siyasal nedenlerle yurt dışına çıkmak zorunda kalmış.

Orada Askeri Cunta aleyhinde yaptığı yayınlar ve dönemin Başbakanı Turgut Özal’a Brüksel’deki  basın toplantısında sorduğu soru nedeniyle de vatandaşlıktan çıkarılmış ve  “Sürgündeki vatansız gazeteci” olarak yaşamını 39 yıldır yurt dışında sürdürmek zorunda kalmış.
 
Doğan Özgüden, Belge yayınları arasında okura sunulan anı kitabı ”Vatansız Gazeteci” -Sürgün Öncesi-‘nde doğumundan başlayarak bu 35 yıllık yurt dışına çıkmak zorunda kalmadan önceki yaşamını anlatıyor.
 
Çocukluk anıları…
 
Kitabın ilk 100 sayfasından biraz fazla sayfasında Doğan Özgüden, bir istasyon şefi olan Babası ile Anadolu’nun çeşitli küçük istasyonlarında geçen yaşamını doğumundan başlayarak bize yaşadığı ilginç olaylari, dönemi kafamizda yasatmamizi saglayan bir üslupla anlatıyor. Bu nedenle ben öncelikle kısa alıntılarla onun anlatımıyla bu dönemi size aktarmak istiyorum.
 
"Ankara yakınlarında Kalecik’in Irmak İstasyon’unda 12 Şubat 1936 sabahı doğmuşum.

Annemin sonradan anlattığına göre, bu yüzden “Doğangün” demişler. Gerçi 12 Şubat’ta doğmuşum ama nüfus kağıdımda yazıla tarih 27 Şubat 1936. Babamın ara istasyondan kente inip nüfus memuruna kayıt yaptırması demek ki 15 gün almış… Doğumdan hemen sonra da demiryolcu olan babamın birkaç yılda bir yenilenen tayin ve becayişlerinde kara vagonla İçanadolu’nun bir köşesinden öbür köşesine savrulup durmuşum.
 
O günlerden belleğime silinmez bir şekilde kazınmış bir ritm de, uzun yolcu ya da yük katarlarının, telgraf tıkırtılarına göre daha gür, daha müzikal, inişli çıkışlı, kreşendolu ve dekreşendolu gürültüsüdür. Tik tak da tik tak…taka tiki tak…Tik tak da tik tak…Taka tiki tak..."
 
Pesini birakmayan sıtma...
 
"Dört-beş yaşlarındaydım. Musaköy İstasyonu’da birkaç istasyon bebesinin, kedimiz  sarmanın dışında tek arkadaşım, daha yeni dillenmeye başlamış kardeşim Türel.(…)
 
Kardelenler sürmeye başlamış… Türel ve istasyon bebeleriyle dağ eteklerinde çiğdem köklemeye hazırlandığımız günler... Güneşli bir sabah uyandığımda acı bir haber
verildi: -Türel öldü, kadeşin öldü.
 
O hayat dolu yüzünden gülücükler eksilmeyen eksilmeyen parmak kadar çocuk birden neden ölsün?
 
-Sıtmadan dediler, zehirli sıtmadan…
 
Birkaç ay geçmişti ki sıtma beni de ilk kez yatağa çiviledi. Artık tüm istasyon bebeleri gibi sıtma krizleri benim de yaşamımın ayrılmaz bir parçası olacak, siyasal sürgün yıllarında Paris’te, Brüksel’de de peşimi bırakmayacaktı.
 
Kunduz‘da siyasete biraz daha ısınıyorum. Babam, bana okumayı yazmayı ve de kerrat Cetvelini daha okula gitmeden öğrettiği için bunun keyfini çıkartmadan edemiyorum.(…)
 
Babam yeniden ıssızlığa bürünmüş istasyon binasının önüne şezlongunu atar, beni başında bir sandalyeye oturtur, yeni gelmiş bilmem kaç günlük Ulus ya da Cumhuriyet gazetelerini şöyle bir gözden geçirip ilgisini çekenleri seçtikten sonra bana kutsal görevimi hatırlatırdı:
 
-Hadi evlat oku bakalım neler olup bitmiş? Arada kekeleyerek de olsa seçilen haberleri büyük bir ciddiyetle okurdum. Ne kadarını tam anlardım bilmiyorum. Ama öteki istasyon çocuklarına çalım atacak keder bir şeyler kalırdı bu kıraat saatlerinden.
 
1942 kışı... Niksar-Erbaa Zelzelesini yeni atlatmışız. Bütün bozkır kar altında (…) Biz, istasyonun beş bacaksız bebesi birbirimize sokulmuş, kara bata çıka, suratımıza kırbaç gibi inen, ellerimizi şerha şarha yaran, dudaklarımızı donduran rüzgarla boğuşa boğuşa, beş altı kilometre ötedeki köy okuluna bir an önce varmaya çabalıyoruz. (…) Aynı köyün çocukları oldukları için bizim Kutup seferini yaşamayan okulun diğer öğrencileri derse çoktan koyulmuş bile… Öğretmen beş sıra arasında sürekli dolanıyor… Her sıra ayrı bir sınıf olduğundan 10-15 dakika arayla bir sınıftan diğerine geçiyor. Okuma-yazma bildiğim için, bizim öteki istasyon bebeleri de dahil, birinci sınıf öğrencilerine ABC’yi , 1,2,3’ü göstermek benim görevim."
 
Steno ile tanışma ve ilk gazetecilik…
 
1952 yılında babasının İzmir’e tayini çıkıyor. Özgüden orada Ticaret lisesinde öğrenime başlıyor. Lise sonda steno ile tanışıp öğreniyor. Liseyi bitirdiğinde babası üniversite öğrenimi yaptıracak gücü olmadığını söyleyince çalışarak okumak kararı alıyor. Dersleri izleme mecburiyeti olmayan Yüksek Ekonomi ve Ticaret Okulu’na kaydını yaptırıp iş aramaya başlıyor. O yıllan İzmir’de NATO karargahının kurulduğu dönem. Az İngilizce ve steno bilgisi nedeniyle yakın çevresinin israrı ile Nato işyerinde çalışma başvurusu yapmak için sıraya giriyor. Ama sonra cayıp sırayı terk ediyor. Ardından yeni çıkacak bir gazeteye çalışmak için başvurur.
 
Bu başvuruyu, işe kabulünü ve İzmir gazetelerindeki çalışmalarını Ege Güneşi’nden başlayarak onun anlatımına bırakalım:
 
"Gazetenin sahibi İzmir’in büyük işadamlarından birinin Amirika’da eğitim dönmüş damadıydı. Türkiye’ye döndükten sonra teknik olarak mevcutlarından tamamen farklı bir gazete yayınlamayı kafasına koymuştu. Kendimi tanıttıklan sonra, 'Liseyi bitirdim. Çok hızlı steno ve daktilo yazarım. Yüksek okul saatlerim dışında çalışabileceğim bir iş arıyorum' dedim.
 
Okunan bir haberi steno ile yazıp, heyecandan birkaç hata yaparak daktilo eder ve işe alınır. Görevi yurt haberlerine gelen haberleri telefonla steno ile hızla yazarak sonra daktilo etmektir. 8 Eylül günü işe başlarken bir sürprizle karşılaşır. Bir sınıf arkadaşı da stenograf olarak kendisiyle birlikte işe alınmıştır. Türkiye’de ofset tekniğini ilk deneyen gazete olan Ege Güneşi bu iki gence ödediği paradan çok daha fazlasını telefon faturalarını azaltarak elde eder. Özgüden kısa bir süre sonra Ege Güneşi macerası son bulunca, 15 Ocak 1953 günü çıkmaya başlayan CHP örgütünün desteklediği Sabah Postası gazetesi başyazarı ve yazı işleri müdürü Orhan Rahmi Gökçe’ye başvurur. Yine telefonla gelen bir yurt haberini steno ile alıp daktilo ederek işe alınır. Özgüden oradaki çalışma koşullarını şöyle anlatır:
 
"Buradaki çalışma ortamı, teknik olanaklar Ege Güneşi’nden son derece farklıydı. Zemin Katın arka tarafında Nuh-u Nebi’den kalma bir düz baskı makinesi, ön tarafta iki Linotype dizgi makinesi ve hurufat kasaları. Linotype’lerin eritme potasından yoğun antimuanlı kurşun kokusu yükseliyordu. Üst katta ise yazıişleri müdürünün oldukça geniş sayılabilecek bürosunun dışında, idareye, muhabirlere ve sayfa sekreterlerine ayrılmış bölümler vardı."
 
560 sayfayi özetlemek
 
Doğan Özgüden’in çocukluğu ve yetişmesi ile ilgili bilgileri, gazetecilik serüveninin ilk dönemini size geniş olarak aktardım. Ancak bundan sonrasını okurlara bırakıp kısa bir özetle kitapta başka nelerin yer aldığını özetleyeceğim.
 
1956’da askere giden Özgüden asker dönüşü bir gün İzmir Ticaret Odasında çalışıp 1958’de tekrar Sabah Postası’nda gazeteciliğe döner. Abdi İpekçi’nin çağrısıyla Milliyet İzmir temsilcisi olur. Bir yanlış anlaşmadan sonra Öncü gazetesinin temsilciliğini üstlenir.
 
Sendikacılık da yapmaktadır. İşsiz kalır. Kısa bir süre İngiltere’ye gidip geri döner. TİP’te çalışmaya başlar. Kongrede kontenjan konusunda sorun yaşadığı arkadaşlarıyla üyelikten ihraç edilir. İstanbul’da Gece Postası’sında genel yayın yönetmenliği sonrasında 1964’te İlhami Soysal’ın çağrısıyla Akşam Gazetesine gece sekreteri olarak geçtikten kısa süre sonra Gazetenin patronu Malik Yolaç tarafından Genel Yayın Yönetmenliğine atanır. Gazeteyi tirajda ilk sıralara yükseltir. Milliyet’ten ayrılan Çetin Altan’ı Akşam’da yazdırır. Akşam’da patron Malik Yolaç ile yaşanan olumsuzluklar sonrasında gazeteden ayrılır.
 
Özgüden, Akşam çalışmalarını kitapta şöyle değerlendiriyor:
 
"Akşam benim gazetecilik hayatımda önemli bir deneyimdi. Ama daha da önemlisi, Türkiye günlük basın tarihinde iki yıl süreyle, etkisi daha sonraki yıllarda da hissedilecek bir efsane oldu.
 
O efsaneyi yaratma onurunu Akşam’da o dönemdeki tüm gazetecileriyle, mürettipleriyle, makinistleriyle ve dağıtıcılarıyla, daha da önemlisi okuyucularıyla paylaşıyorum."
 
4 yıllık ANT macerasi
 
Özgüden Akşam’dan ayrıldıktan sonra 1967 yılında haftalık ANT dergisini eşi İnci Özgüden, Yaşar Kemal ve Fethi Naci’nin katkılarıyla hayata geçirir. İlk sayısının 3. Sayfasındaki Yorum yazısında ANT’ı “Babıali basınında yer verilmeyen gerçeklerin dile getirildiği, zincirlenen kalemlerin özgürce konuştuğu bir forum” olarak niteleyip, Ant’ı tanamlayan şu sloganları sıralar:”O sömürücülüğe karşı Ant”tır/ O sosyal adalet için Ant’tır/ O emperyalizme karşı Ant’tır/ O bağımsızlık için Ant’tır".
 
İnci Özgüden’in çok başarılı çağdaş mizanpajı ve çarpıcı kapak düzenleriyle yayın hayatına giren Ant 173 sayı haftalık olarak çıktıktan sonra aylığa dönüp 13 sayı daha yayınlanır ve 1971 askeri darbesi yönetimi tarafından kapatılır.
 
Doğan Özgüden, Vatansız Gazeteci’nin ilk cildinde 1936-1971 yılları arasındaki 35 yıllık yaşamını sıcak bir üslupla anlatıyor. İkinci ciltte ise 1971’den günümüze sürgün yaşamını anlatacak. Bir döneminde benim de tanıkları arasında yer aldığım Doğan Özgüden’in başarılı gazeteciliğini merak edenler için bu anı kitabında çok önemli detaylar bulunuyor.

erol
Erol ÖZKORAY

Bu ülkede bir zamanlar gazete de vardı, gazeteciler de... AKŞAM gerçek bir gazeteydi ve bizim eve girerdi. İlkokulda iken üstad Çetin Altan’ı okurdum. O gazeteyi de büyük bir gazeteci çıkartırdı: Doğan Özgüden.

Doğan Özgüden’in yarattığı gazeteyi elimde tuttuğumda daha çocuktum. O gazete her gün evimize giren en değerli şeydi. Gazete adeta bir ayin yapar gibi okunurdu ve kutsaldı. Daha o çocuk yaşımda Hürriyet alanların küçümsendiğini hatırlıyorum. Bizim evde Hürriyet alanlar pek adam yerine konmazdı, ailece boş ve kültürsüz adam olarak görürdük. Bugün bu tespit çok daha yaygın. O sıralarda Galatasaray’ın ilkokulunda Boğaz’da, bugün üniversite olan yerde yatılı olarak okuyordum. Sınıf birincisi olmama rağmen hafta sonları AKŞAM’ı yuttuğum için babam, derslere daha fazla zaman ayırmam için bana takılırdı: “Gazete nerede basılıyor, öğrendin mi bakalım?”

İşte o meşhur AKŞAM’ın yaratıcısı gazeteci Doğan Özgüden’le aradan çok uzun yıllar geçtikten sonra 16 Mayıs 2007 tarihinde tanışma şerefine eriştim ve gerçek bir dost olduk. Darbeci TSK’nın verdiği e-muhtıra ertesi yayıncım Ragıp Zarakolu ile birlikte “Türkiye’de militarizm ve basın özgürlüğü” konulu bir konferansı Doğan’ın Brüksel’deki mekanında hep birlikte vermiştik. Bu büyük ve karizmatik insanı bu sayede tanıdım. O günden sonra da ilişkimiz gelişerek sürdü.

Türkiye’de artık nesli tükenmiş olan gerçek bir gazeteci olması Doğan’ı daha da değerli kılıyor. Zaten hep söyleyip yazmışımdır: “Türkiye’nin gerçek gazetecileri vardır, ama bunların hiçbiri yerli medyada çalışmazlar” diye. Doğan onların en önde gelenlerinden bir duayendir. Bence şu an aktif olan Türkiye’nin en önemli gazetecisidir. Doğan’ı çok iyi tanıyan yabancı gazeteciler, yayıncılar ve entelektüeller de onun Türkiye’nin “bir numaralı” gazetecisi olduğunu kendilerinden emin bir biçimde rahatlıkla söylerler. Ben bu sözü Avrupa’da iken çok duydum. Peki, niçin bir numaralı gazeteci? Çünkü bir gazetecinin en önemli görevi her türlü iktidarı (siyasal, askeri, ekonomik, vs) kamu adına sorgulamaktır. Bu noktada bayrak, marş, milliyet, tabular gerçek bir gazeteci için vız gelir tırıs gider. Gazeteci doğru bildiği konularda, başına bir şey gelip gelmeyeceğinin hesabını yapmadan elini taşın altına koyar ve kamuoyuna yazı, haber, röportaj, söyleşi, kitapla bunları açıklar. Doğan bunu ilk yapan, herkesten önce yapan, hiç korkmadan yapan ve her şeyi masaya -hem de 1960’lı yıllardan itibaren-yatırarak yapan olduğu için en büyüktür. Tabii bunun bedeli de çok ağır oldu, çok sevdiği ülkesinden ayrı kaldı. Öncü olmak öyle herkesin harcı değil.

Türkiye’de çok ahmakça bir değer yargısı vardır, ciddi eleştiri getiren bir muhalif hemen “ülkesine düşman” olarak damgalanır. Tabii bu yaklaşım ancak totaliter rejimlerde görülür ve tipik faşist bir görüştür. Eğer bir ülke demokrasiden nasibini almamışsa, hâlâ sinsi faşist ve sinsi totaliter bir rejimle yönetiliyorsa, o ülkenin kendisi değil ama sistemi, rejimi ve devleti her türlü ağır eleştiri ve radikal mücadeleyi hakkeder. Bunu kimi fikirle yapar, kimi de silahla. Yani durumun Nazi Almanya’sı, Mussolini İtalya’sı ya da Vichy Fransa’sıyla fazla bir farkı yok. Totaliter rejimlerle mücadele her bireyin, demokratın, liberalin, sosyalistin, komünistin en tabii hakkıdır. Bu noktada nefret edilen ülke, ya da halkı değil, rejimin bizatihi kendisidir. Fransızlar bile 2010 yılında nihayet Vichy rejiminin gerçek adını ancak koyabildiler: Faşizm. Burada hâlâ faşist bir rejimde yaşadığımız bilinmiyor. Türkiye’deki rejimin adı siyaset bilimine göre tipik bir faşizmdir. Tabii biz burada ülkenin Başbakanının, demeçlerinde sürekli Nazizm ve Faşizm arasında gidip gelmesinden bahsetmiyoruz. O küçük bir detaydır. Kurulmuş olan devlet ve rejimin niteliği 12 Eylül darbesiyle birlikte faşist olmuştur. İşte Doğan herkesten önce bu faşizmi tespit etmiş, yazmış, yayınlamış ve mücadelesini vermiş ve hâlâ veren bir gazeteci olduğu için en büyüktür. Bu tür insanlara “Büyük Adam” denir. Türkiye’de on yıllardır her düzeyde başbakanlardan bakanlara, genelkurmay başkanlarından gazete yöneticilerine kadar hep küçük adamlarla muhatap olunduğundan, Büyük Adam’ın ne anlama geldiğini pek bilen kalmadı. Ama dünya tarihini iyi bilenler siyasette olsun, entelektüel dünyada olsun Büyük Adamlar’ın kimler olduklarını çok iyi bilirler.

Şimdi Doğan, bu Büyük Adam’lığa giden yolu, yazdığı ve geçtiğimiz günlerde Belge Yayınları’nda çıkan otobiyografisi ‘Vatansız’ Gazeteci adlı kitabıyla anlatıyor. İlk bölümü sürgün öncesini kapsıyor. Yayınlanacak ikinci bölüm ise sürgün yılları olacak. Nasıl Büyük Adam olunacağını öğrenmek için okumakta sayılmayacak kadar yarar var; çünkü bu ülkenin gerçek bir demokrasiye geçmek için yeni Büyük Adamlar’a ihtiyacı var. Hem de çok acil olarak...

mervan

Kürtlerin Türklerle olan ilişkisi sorunlu bir ilişkidir. Kürtlerdeki genel kanı Türk 'kardeşlerinin' kendilerini anlamadığı, hissetmediği, onunla gerekli dayanışma içinde olmadığıdır. Yerinde ve zamanında kendisiyle empati yapmadığıdır.

Kürtlerde Türk kimliği ret ve inkarcılığın ikiz kardeşi gibidir. Bu nedenle Kürtler aynı coğrafyada, ortak bir geleceği inşa etmek için ileri sürdükleri önermelerin Türkler tarafından kabul görmemesi sonucu 'kardeşliğin' ahlaki bir tanımdan öteye geçmediğine inanmaktalar. Haksız da sayılmazlar. Bunu anlamak için ceset tarlalarına dönüşen Kürt coğrafyasına bakmak yeter.

Ancak çıkarlar gündeme geldiği zaman veya 'ötekiler'in, yani Kürtlerin, Süryanilerin, Ermenilerin, Rumların, farklı inanç gruplarının hakkı-hukuku gündeme geldiği zaman yan çizmeyen, onlarla gerektiği yerde ve zamanda birlikte olanları da kucaklamaktan müthiş bir haz alıyorlar. Hatta yer yer duygu patlaması yaşıyorlar.

Belki kendisini Türk olarak niteleyen ve egemen çoğunluğun bir ferdi olan insanlar bu duyguyu anlamakta, daha da ötesi hissetmekte zorlanabilirler. Bu anlaşılır bir şeydir. Çünkü Türkiye gibi ırkçılığın, kendinden olmayana karşı düşmanlığın sistematik olarak üretildiği bir ülkede kardeşliği minnetsiz, karşılıksız olarak hissetmek, yaşamak ve bunun için mücadele etmek zaten zor ötesi bir şey.

Ancak az da olsa bu zor olanı başaran, kendisini o egemen ve ülkenin yegane 'efendisi' olarak gören kimlikten, yani Türk kimliğinden 'feragat' edip ezilen kimliklerin içinde eriyen Türk olduğu kadar Kürt, Kürt olduğu kadar Ermeni, Ermeni olduğu kadar Süryani veya başka bir kimliğe sahip olan, kendisiyle ve çevresiyle barışık insanlar da var. 

Türkiye'de de var. Sürgünde yaşayan Türkiyeliler arasında da. Kürt dağlarında da. Hatta Kemal Pir gibi 12 Eylül karanlığının üzerine yürümüş, tutsak iken zulmü yenmiş olanlar da var.  Ben onlara 'Bizim Türkler' diyorum.

İşte Doğan Özgüden ve sevgili eşi İnci Özgüden böylesine iki 'Türk', bizim iki 'kardeşimiz' ve iki güzel insanımız. İnci ve Doğan Özgüden, bizdeki adıyla Doğan abe ve İnci abla 40 yılı sürgünde devirdiler. Söylenmesi, yazılması çok kolay olsa da, öyle az buz değil, tamı tamına 40 yıl... Nerdeyse bir insan ömrüne bedel.

Sürgünün bir insan için nasıl acılara, kırılmalara, dertlere yol açtığını anlatmak gerçekten zor. Hani derler ya anlatılmaz yaşanır. İşte bu da öyle bir şey. Sürgünde en derin acı ise yalnızlık olsa gerek. Her sürgün, sürgün olduğu yerde biraz yalnızdır.

İşte bu nedenle sürgünü paylaşmak sürgünde olanın acısını ve dertlerini azaltır. Sürgün akşamlarının sohbetleri sizden alınan, gasp edilen o yılları geriş getirmez ama bir nebze olsun teselli eder, acınızı hafifletir. Sürgünün acısından, dertlerinden, yalnızlıktan koparır sizi.

İşte geçen pazar akşamı, herkesin olduğu kadar Kürt, Ermeni, Süryani olan Doğan Abe ve İnci Abla sayesinde biz de koptuk. İnci Abla ve Doğan Abe'nin sürgündeki 40. yıllarının ve Doğan Abe'nin anılarını topladığı 'Vatansız Gazeteci' adlı kitabının yayımlanması şerefine buluştuk.


                                                                                                                                           Photo: Dursun Aydemir - Librenews


Bu buluşmayı Doğan Abe ve İnci Abla yıllar önce sürgün yollarına düştükleri zaman, daha ana rahmine düşmemiş olan; ancak şimdi Brüksel'in tam merkezinde son derece nezih bir restaurant işleten genç sürgünlerden Ayhan ve Emin sayesinde yaşadık.

Meze Bar'ın sahipleri Emin ve Ayhan, gönlünü Kürt ve farklı halklara açmış, onlarla minnetsiz, bir şey beklemeden samimi bir gönül bağı kurmuş İnci Abla ve Doğan Abe'yi ve onların arkadaşları, kardeşleri bizleri, inanılmaz güzellikte, gönül zenginliğiyle ağırladılar. Bu güzel sürgün akşamının ya da sürgünden kopuş akşamının organizasyonunda hayli iş yapan, ter döken Erdal'ı, Rojaktuel ekibini ve Roj TV çalışanlarını da unutmamak gerekiyor.

Güzel bir buluşmaydı. Hüznün ve neşenin, acının ve güzelliğin bir arada olduğu bir sürgün akşamıydı. Kürt gazetecileri, siyasetçileri iki güzel insana, iki gazeteci ve meslektaşa, Doğan Abe ve İnci Abla'ya 'İyi ki varsınız, iyi ki bizimsiniz, iyi ki kardeşimizsiniz' dediler. İyi de yaptılar. İyi de yaptık.

Bu güzellikleri, yaşayan ve kaybettiğimiz bütün değerlerimiz için yapmalıyız. Yapabilmeliyiz. İnsanlar yaşarken onlara sevdiğimizi hissettirmeliyiz, onların sevgilerini hissedebilmeliyiz. Yoksa hayat dediğimiz şey, ne ki. İşte 40 yılı sürgünde geçiyor.

Sevgili İnci Abla ve Doğan Abe, sürgündeki 41. yılınız kutlu olsun!..


gunay

Bir ayı aşkın bir zamandır elimde bir kitap oradan oraya dolaşıp duruyordum. Gittiğim her yere onu da götürüyor, her fırsatta açıp bir miktar okuyor, sonra ara veriyordum. Her koşulda ve ruhumun her halinde kitap okuyabilsem ve bazen günde bir kitabın hakkından rahatlıkla gelebilsem de bu kez yapamadım. Okumayı zamanında tamamlayamadım. Hep ağır çekim; sindire sindire okumaya çalıştığım için uzattıkça uzattım.

Bir ayı aşkın bir zamandır kendimle birlikte taşıdığım ve okuyup bitirmeye kıyamadığım kitabın adı ‘Vatansız’ Gazeteci. Yazarı ise gazeteci üstadımız ve varlığından onur duyduğumuz ağabeyimiz Doğan Özgüden.

Gerçek aşkına bağlı, mücadeleci gazetecilerin duayeni Özgüden, ‘Vatansız’ Gazeteci’nin birinci cildinde hayatının sürgün öncesi yıllarını yazmış. 560 sayfadan oluşan kitabı Belge Yayınları yayımlamış.

Kitapta ne yok ki? 1936 yılında Kalecik’e bağlı Irmak İstasyonu’nda, Balkan muhaciri bir emekçinin çocuğu olarak dünyaya gelen, çeşitli zorluklarla ve mücadeleyle geçen 35 yılın ardından sürgün edilen Doğan Ağabey, 1936-1971 arasına neler sığdırmamış ki?

İşçilikten genel yayın yönetmenliğine...

Koca bir 35 yılı soluk soluğa yaşamış. Son derece hızlı uçan doğan misali yolu uçarcasına yarılamış.

Babası aydın özellikleri olan bir demiryolu emekçisi. Doğan Ağabey, emekçi bir aileden geliyor olmanın zorluklarıyla daha çocuk yaştayken yüz yüze gelmiş. Ağır bir hastalık geçirmiş. Kardeşini kaybetmiş. Okuyabilmek içinse köyden köye, şehirden şehire gönderilmiş.

Yalnızlığa, yokluğa ve yoksulluğa çocuk yaşta göğüs germiş. Her koşulda mücadele etmiş. Sıradan bir işçi olarak girdiği basın alanında genel yayın yönetmenliğine kadar geldiği her yere de dişiyle tırnağıyla sökerek gelmiş.

Sorumluluk bilinci ve mücadeleci kişiliği onu kavganın göbeğine sürüklemiş. Bu sayede zaten genç yaşına rağmen hayatın içinde kendine saygın bir yer edinmiş. Bir ekol haline gelmiş. Elbette Doğan Ağabey’in sorumluluk bilinci, mücadeleci kişiliği kadar mesleki yeteneğinden de söz etmek gerekiyor. Genlerine işlemiş mesleki yetenek sayesindedir ki ticaret okurken işçi olarak girdiği kurumdan gazeteci olarak çıkıyor. ‘Gazeteci olunmaz, gazeteci doğulur’ sözünü doğrularcasına kısa sürede bir ekol, bir efsane haline geliyor.

‘Vatansız’ Gazeteci’de bunun öyküsüne yer veriyor ancak, oldukça mütevazi davranıyor. Kendisiyle ilgili özel gelişmelerden pek söz etmiyor. Ailesi, eşi ve kendisi üzerinden daha çok dönemin siyasal değerlendirmelerini yapıyor. Her dönemin aktörlerini ve önemli gelişmelerini anlatıyor. Güçlü hafızası ise hayranlık uyandırıyor.

Onun gibi sürgün olan Milan Kundera, ‘’memleketleriyle görüşmeyen insanlar kaçınılmaz olarak bellek yitimine uğrarlar; memleket hasreti yandıkça insan daha çok unutur’’ diyor.

Belgesel özelliğini taşıyan bir kitap

Ancak, Doğan Ağabey’in dipdiri hafızası gerçeğin bir başka yönüne işaret ediyor. Memleketi sürgünde yaşamak, uzaklığa ve koşullara aldırmadan memleket kavgasına katılmak belli ki belleği güçlü kılıyor.

Özgüden örneği bunu gösteriyor. O, yakın tarihi bütün boyutları ve canlılığıyla önümüze seriyor. Kitabı okurken okurun önünden bir tarih akıp geçiyor. ‘Vatansız’ Gazeteci, bu yanıyla bir belgesel özelliği taşıyor.

Tek parti dönemini, 2’inci Paylaşım Savaşı günlerini, Türkiye’nin NATO’ya girmesini, çok partili sisteme geçmesini, Menderes’i, DP hükümetlerini, Kore’ye asker gönderilmesini, 27 Mayıs darbesini, TİP’i, 12 Mart’ı ve daha birçok tarihsel olayı ustalıkla gözler önüne seriyor.

İsmet İnönü, Adnan Menderes, Cemal Gürsel, Bülent Ecevit, M. Ali Aybar, Behice Boran, Çetin Altan, Abdi İpekçi, İlhan Selçuk gibi, Doğan Ağabey, hayatının kesiştiği tarihsel şahsiyetleri kuyumcu titizliğiyle ele alıp anlatıyor.

Özgür düşünceye bir üs: ANT

Birçok gazetede temsilcilik, muhabirlik, yazı işleri müdürlüğü gibi görevlerde bulunan, dönemin tek solcu gazetesi olan Akşam’da genel yayın yönetmenliği yapan, TİP’in yöneticilerinden olan Özgüden’in hayatında ANT dergisi ve yayınlarının apayrı bir yeri olduğunu söylemem gerekiyor.

Yuvasını uçurum kenarına yapan doğan misali karargahını ANT’a kuruyor. Kimsenin Kürd’e Kürt diyemediği, militarizme adam gibi laf edemeği koyukaranlık yıllarda, o ve sevgili eşi İnci Tuğsavul, ANT’ı özgür düşüncenin merkezi haline getiriyor.

Söylenmesi gereken ne varsa ANT özgürce söylüyor.

Kürt Tarihi’ni ilk ANT basıyor. Kitabın mizanpajını İnci Abla’nın kendisi yapıyor. Dünyanın çeşitli ülkelerindeki gerilla mücadelelerini anlatan kitapları ilk onlar yayımlıyor. Türk ordusunun kapitalist özelliğini ilk onlar teşhir ediyor.

Bu yüzden de militarist sistemin hedefi haline geliyorlar. Ülke onlara dar ediliyor. Davalar açılıyor, kumpaslar kuruluyor, tehditler, şantajlar yapılıyor. Sistem onlara mapus damında çüremek veya faili meçhul bir cinayete kurban gitmek dışında bir seçenek (!) sunmuyor.

Yoldaşı ile 40 yıldır sürgünde

Bu yüzden dostları onları sürgüne gönderiyor. Doğan Özgüden ile İnci Tuğsavul o gün bugündür; 40 yıldır sürgünde yaşıyor.

Doğan Ağabey ile ‘kara sevdası’; aşkı ve yoldaşı İnci Abla 40 yıldır el ele, yürek yüreğe mücadeleye sürgünde devam ediyor. Militarsit sistem 40 yıl önce onları susturmak istemişti ancak, başaramadı. Aksine onlar daha çok konuştular; daha çok koşturdular. Sürgünde demokratik platformlar, kurumlar, inisiyatifler oluşturdular ve Türkiye ile Kürdistan halklarının sesini bütün dünyaya duyurdular.

Bu yüzden vatandaşlıktan çıkarıldılar. ‘Avrupa’nın Başkenti’nde linç kampanyalarına ve saldırılara maruz kaldılar. Ancak, yılmadılar. Hayatlarını özgürlük, sosyalizm ve barış mücadelesini adamış olan Türkiye halklarının onuru Doğan Özgüden’le İnci Tuğsavul birer insanlık savaşçısı olarak adlarını insanlık tarihine altın harflerle yazdırdılar.

Aram’ın Penaber’ini armağan...

Onları susturmaya çalışanlar, sürgüne zorlayanlar, onlara baskı yapanlar, linç etmeye çalışanlar ise tarihin çöplüğünü boyladılar.

Rengi, dili, dini, mezhebi, cinsiyeti ve düşüncesi ne olursan olsun haksızlığa uğramış her insanla dayanışma içinde olan ve her koşulda insan olmanın onurunu koruyan Doğan Özgüden ile aşkı ve yoldaşı İnci Tuğsavul Mayıs ayında sürgündeki 40’ıncı yıllarını kutlayacaklar.

Onların mücadeleci kişilikleri önünde saygıyla eğiliyorum. Sürgün yüreklerimize gömdüğümüz Aram Tîgran’ın Penaber parçasını da onlara armağan ediyorum...

Arzu eden okurlar ‘Vatansız’ Gazeteci’yi; www.info-turk.be sitesinden veya inci@tugsavul.be email adresinden edinebilirler...

GÜNAY ASLAN

gunayaslan@hotmail.de
http://gunayaslan.com


YAZINDERGI.COM
12 Şubat 2011


BU ÜLKENİN EN GÜZEL ON YILI...

Engin Erkiner

İki hafta önce Pazar günü Brüksel’de Doğan Özgüden ve sevgili eşi İnci Tuğsavul için düzenlenen yemekli bir toplantıya katıldım.
Az değil, 50 yılı aşkın gazetecilik ve yaklaşık 40 yıllık sürgünlük yaşamı…

Doğan Özgüden’in sürgün öncesi anılarını içeren ‘Vatansız’ Gazeteci’yi yavaş okuyorum.
Normal olarak bu kadar yavaş kitap okumam.
Bunun nedeni, Romain Roland’ın, “insan kitap okumaz, kitaptaki kendini okur” sözü olsa gerek…

Zengin bir çocukluk (ekonomik anlamda değil, çok yönlü olaylar anlamında) sonraki yaşam için önemli bir temeldir. Kişi nerede dünyaya geleceğini kendisi seçemediği gibi, yaşayacağı çocukluğu da kendisi seçemiyor. Çocukluk insan hayatının en önemli dönemidir ve Doğan Özgüden iyi bir çocukluk yaşamış…

Bu iyilik sonraki yaşamının şekillenmesini de önemli oranda etkilemiş.
Hangi yeteneklere sahip olursanız olun, şans insan hayatında önemli bir faktördür.

Doğan Özgüden şanslı bir insan…
Bu ülkede iyi bir çocukluk yaşayan fazla insan bulunmuyor.

Ek olarak, yemekte kendisine iletilen güzel deftere herkes bir şeyler yazdı.

Ben de şöyle yazdım:
Hayatta önemli işler yapmak isteyen bir erkeğin en büyük şansı, birlikte yürüyebileceği bir kadına rastlamaktır.

İnci abla benim aklımda Şehir Gerillası kitabının kahverengi kapağına yaptığı kurşun delikli
mizanpajla kalmış. Ankara’da kitabın hemen tükendiğini hatırlıyorum.

1971 başlarıydı…
Yıllar sonra, ANT Yayınları’nın bu tür kitapları çevirerek THKO ve THKP-C’nin silahlı eylemlere yönelmesini teşvik ettiğini okuduğumda gülmekten kendimi alamamıştım. Silahlı mücadele kararı 1969-70’de zaten verilmişti ve bu amaçla da insanlar Filistin’e askeri eğitim görmeye gitmişlerdi.
O dönemin militanları, herkesin de kabul ettiği gibi, oldukça bilgili ve çok okuyan insanlardı.
Orhan Pamuk’un bir romanının başlangıcında belirtildiği gibi, “bir kitap okudum hayatım değişti” diyebilecek tipler değillerdi.

Doğan abi ile aylar önce kafamdaki bir soruyu konuşmuştum:

Yukarıda adı geçen iki örgüt, sadece solun geçmişinden kopmakla kalmaz, bu kopuş coğrafi bir kaymayla birlikte şekillenir.
Önceki yıllarda ülkede sol muhalefetin merkezi İstanbul’dur.
Normali de budur…
Sanayinin büyük bölümü bu kent ve çevresinde bulunduğu gibi, kentte çok sayıda üniversite öğrencisi de yaşamaktadır.

Ne ki, bu iki örgütün doğum yeri Ankara’dır ve esas olarak iki üniversitedir: ODTÜ ve SBF.
Deniz Gezmiş’in THKO’lu olması, 1970 yazına doğru Ankara’ya gelmesinden sonradır.
Deniz neden Ankara’ya gelmişti?
Doğan abi, o dönemde, Ankara’daki devrimcilerin teorik düzeylerinin daha yüksek olduğunu ve Deniz’in de sürekli gözaltına alınması nedeniyle İstanbul’da yaşayamaz duruma geldiğini anlatmıştı.

Ülkenin en özgür yerine, “ODTÜ Cumhuriyeti”ne gider…
Daha sonra, Ankara’nın neden böyle ön plana geçtiğini düşündüm.
ANT dışında teorik dergilerin merkezleri bu kentteydi.

TDGF (Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu) merkezi de bu kentteydi.

27 Mayıs’tan sonra Talat Aydemir ve Fethi Gürcan’ın başarısız iki darbe teşebbüsü bu kentte silahlı hareket ya da mücadele lehine bir anlayış oluşturmuş olmalıydı.
THKO’nun kurucu kadrosunun tümü ODTÜ’lü iken, THKP-C’de ek olarak SBF de vardır.

Çok ilginçtir, daha sonra PKK’yi oluşturacak kadro da esas olarak Ankara üniversitelerinde okuyan öğrencilerden oluşur.
O yıllar, 1960-70 dönemi, bu ülkenin yaşadığı en güzel on yıldır.

Bunu İnci abla ile konuştuk…
İnsanlarıyla, olaylarıyla başka bir dönemdi.

Bu güzellikle bir on yılın daha yaşanması şimdilik ufukta bile görünmüyor.
İnci abla ile o yılları konuşurken onda da bende de hüzün görülebilir durumdaydı.

Keşke ülkemizin daha sonraki tarihinde ileri ve önemli gelişmeler olsaydı da, hepimiz daha geri plana atılsaydık.
Bir ülkenin solunun 40-45 yıl önceki tarihini özlemle hatırlaması iyi bir şey değildir.

Ama ne yapalım ki, durum da budur…
 
engin


Bir hafta önce Brüksel’de Doğan Özgüden ve eşi İnci Tuğsavul ile ilgili bir yemek düzenlendi. Yemeğe “Doğan abinin sevdiği kişiler” olarak Almanya’dan birkaç kişi gittik.

Gazetecilikte 50. yılını geride bırakmış, eşiyle birlikte neredeyse 40 yıldır da sürgünde yaşayan Doğan Özgüden’in, anılarının sürgün öncesini anlattığı ilk cildi,  Vatansız Gazeteci adıyla kısa süre önce yayımlandı.

Her kuşağın bilinen insanları vardır. 68’liler için Doğan Özgüden bunlardan birisidir.

1965 sonrasında sosyalistler denildi mi, akla Akşam Gazetesi gelirdi.

Bu gazetede Çetin Altan’ın Taş isimli bir köşesi vardı ve neredeyse her yazısı olay olurdu.

Gazetenin Genel Yayın Yönetmeni Doğan Özgüden idi.

Baskılar sonucu gazeteyi bırakmak zorunda kaldıktan sonra ANT dergisi ve yayınlarını kurdu.

Bu ülkenin sol basınında Kürt sözcüğünü ilk kez kullanan bu dergidir.

OYAK’ı deşifre eden, Subay Holding, Kapitalistleşen subaylar işçileri yargılayamaz başlıklarıyla hiç birimizin o dönem bilmediği kutsal Türk ordusunun gerçek örgütlenmesini ortaya koyan da yine bu dergidir.

Ordu sadece hakim sınıfların baskı aracı değil, aynı zamanda hakim sınıfın da bir parçasıydı.

ANT Yayınları, Latin Amerika’daki gerilla savaşıyla ilgili çeviri kitaplar yayımlar.

Douglas Bravo’nun Milli Kurtuluş Cephesi bunlardan bir tanesidir.

1971’in ilk aylarında ODTÜ’ye gelen ve kısa sürede satılan bir kitabı almıştım. Yazarı Carlos Marighella, adı Şehir Gerillası…

Kitabın kahverengi kapağı özellikle dikkatimi çekmişti: Üzerinde yuvarlak bir delik vardı, kurşun deliği…

Yıllar sonra bu kapağı, usta bir mizampajcı olan İnci Tuğsavul’un yaptığını öğrenecektim.

12 Mart 1971 darbesinden sonra bütün dostları Özgüdenlere “gidin buradan” derler.

Genelkurmay kendisine bu yapılanı unutmayacaktır ve zaten Özgüden’i çağırıp tehdit de etmişlerdir.

Gidiş o gidiş…

Bugün hala hakkında çok sayıda dava bulunuyor.

TC’nin Belçika Büyükelçisi işi Özgüdenleri hedef gösterecek kadar ileriye götürdü.

Neden, çünkü sürekli faaliyet içindeler.

Yıllardan beri Türkiye’deki baskıları teşhir eden İngilizce ve Fransızca aylık bir yayın organı yayımlıyorlar. Hemen her önemli toplantıya konuşmacı olarak çağrılıyorlar.

Yemekli toplantıda çok kişi söz alıp bir şeyler söyledi.

Ben de İnci Tuğsavul’un kapağını yaptığı Şehir Gerillası kitabıyla nasıl tanıştığımı ve yıllar sonra bile bu kapağı unutamadığımı anlattım.

Birkaç konuşmacı, yerinde olarak, İnci ablanın (70 yaşında) Doğan Özgüden’in (76 yaşında) hayatındaki büyük önemini belirtti.

Bazıları daha da ileriye giderek, “İnci abla olmasaydı, Doğan abi de olmazdı” dediler.

Yanımda oturan Avrupa Barış Meclisi’nden bir kadın kulağıma eğilerek, “Abartıyorlar, dedi. Adamda çap varmış ki, yapmış. İnci abla çok önemli, ama herhangi bir adama büyük destek olsan ne olur…”

Doğru bir değerlendirme…

Çaplı iki insanın birbirini bulması ve zor bir hayat yolunda birlikte yürümeleri ender rastlanan bir durum…

46 yıldır evliler…

Doğan abiye hediye olarak güzel bir defter alınmıştı ve katılan herkes de sayfalara bir şeyler yazdı.

“Hayatta büyük işler yapmak isteyen bir erkeğin en büyük şansı, birlikte yürüyebileceği bir kadına rastlamaktır” diye yazdım.

İnci abla, “dört yıl adamın peşinde koştum” demişti, ama zahmetine değmiş…

Bedel ödemeyi sadece hükümete, rejime karşı çıkmak kapsamında görmemek gerek…

Almanya’nın bazı tanınmış bilim adamlarının doğru dürüst aile hayatı olmamıştır.

Adam üretiyor, kadın fazlasıyla ilgi bekliyor ve tabii bu iş yürümüyor.

İkisi birlikte olmuyor, ikisinden birini seçmek zorundasın.

Adam istediği gibi üretemezse, kendisi huzursuz olacak; istediğini yapar ve iç huzuruna sahip olursa, kalıcı bir ilişki kuramayacak.

Bu insanlar hapse girmiyor, sürgüne gitmiyorlar ama başka türlü bir bedel ödüyorlar.

Hangi yolu seçerseniz seçin, zor iş…

İkisinin birlikte olması ise ender görülen bir durum…

Bu ender durum da ancak ayrı ayrı güçlü üretme kapasitesine sahip olan kadın ve erkeğin birlikteliğinde ortaya çıkıyor.

medeni
Bêguman pirtûk berhemê mirovan e. Piştî xwendina pirtûka Dogan Ozguden “Rojnamevanê Bê Welat”, min bawer kir ku mirov jî, dikare bibe berhemê pirtûkê. Ev Destpêka jiyana bi bûyerên drametîk dagirtî ya Dogan Ozguden e. Belkî nakokiyên demjiyana wî, belkî ew nakokiyên ku di ciwantî û pîşeyê wî de, derketin pêşberî wî ne. Lê her bûyer, neynika dema xwe û civaka xwe ye. Van bûyerên ku wek destîniyê derketin pêşberî, bandor li jiyana wî kirin. Lê dema ku mirov, li serpêhatiyên wî dinêre, bandora pirtûk û rojname û pirtûkên ku tenêtiya zarokatiya wî parvedikirin, di her qonaxa jiyanê de, wek neqşeke rengîn, di anîşka mêjiyê wî de, di lerza parçeyên bedena wî de cih girtine. Dem û dewranên di nava hevokên wî de, çîqasî bi bûyerên drametîk pêçayî bin jî, çirîskên ronahiyê didin. Ev hêza mêjiyê stewihayî û têgihiştî ye.

Tixubên sîstema ku dixwest Dogan Ozguden bikê nava çerxa xwe; di rîsk û geronekên herka jiyanê de, wek diranekî bikarbîne; her dem rastî pirtûk û rojnameyên zarokaitya wî haitn. Ew pirtûk û rojname, di her qonaxê de, bi hawara wî gihane. Bêguman, para çîrokên zarokatiya wî, ku di guhên wî de hatine qulqulandin jî heye. Belkî “Çîroka Gûr û Karikên Bizinê”, yan jî çîroka “Qijik û Rovî” dubare dike. Lê çi dibe bila bibe, her rûpela pirtûka Dogan Ozguden, wek rûpelekî jiyana zarokên li Anatolya ye. Her rûpelek, cîhana qersivî ku di nava diranên çerxa sîstemê de tê hêrtin e, bêyî ku sloganan biqîrin, hûrik hûrik, lê bi degelî rastiyê dilorînin.

Her gotin, jiyana xwendekar tîne ber çavên wî, dîmen û fotografê di fûlyona pişta neynikê de derdixe û di rûdêna neynikê de rûdinîne. Wek law û pêtên agirê “maxma” di qatmanên rûdêna erdê de, rûpelên dilê mirov û atlasê mêjiyê mirov dişewitînin.

Her mirov cîhanek e û herka jiyanê, di bedena mirov de, di mêjiyê mirov de rêzeçiyan, deşt û newalan, gel û mesîlan, beroj û nizaran çêdike. Hût û ejderhayên van deşt û newalan, van çiyarêzan, gelî û mesîlan zêde dikin. Di her zivîrandina çerxa felekê de, êrîşa li dijî mirov heye. Ew hûtên heft serî, ew ejderha û pîrebokên di nava ewrên efsûnî de pêçayî û di bedena mirov de veşartî êrîşî mirov dikin. Mirov dibê dijminê bedena xwe. Mêjî û beden li dijî hev dikevine nava şerekî dijwar. Lê Dogan Ozguden, dem û wext ne dîtiye ku bi xwe re bikevê nava şer. Ji ber ku dijmin ne hiştiye. Dijmin li dibistanê, li stasyonên trênê, di vagonan de, di nava dûwê reş ku bi ser vagonan dikevê de êrîşî Dogan Ozguden dikin. Li ger û seyranê, piştre di dibistanê de, li kolanan de, li civîn û gotinên nivîsandina nûçeyan de êrîşî wî dikin.

Dogan Ozguden di şerê jiyanê de tenê ye. Jına wî û hevala wî Incî Xanim heya dawiyê pê re ye. Di dorpêçana dijmin de ew û Incî Xanim, bi dilsoziyek kolektîfî û bawermendiyeke hişmendî, singa xwe dikine mertal. Kuştin be hevpar e, girtin be, birçîbûn be hevpar e. Xeleka tirsê her dem heye û her dem ew şopandine. Siya tirsê li pêş û paşiya Dogan Ozguden dimeşe.

Dema ku ez van gotinan dinivîsim, ne tenê guhdariya hestên xwe dikim. Min pirtûk da çend kesan, xwendin û para wan kesan jî di van gotinên min de heye. Kesên ku pirtûk xwendin, naskirina dijmin û xwenaskirina ji dijmin anîne ziman. Dijmin kî ye? Em in, yan na? Dogan Ozguden, di her firsetê de dibêje, ‘li cîhana ku hişmendî nebe naxwazim lê bijîm.’ Lê, di jiyana têr qîr û teşqele de, mixabin cîhaneke bi hişmendiya ku ew dixwaze jî nabîne. Ne cewaz e bibîne jî, ji ber ku cîhan hatiye parvekirin. Dogan Ozguden, bi diranên xwe, bi neynûkên xwe dixwaze ku vê cîhana parvekirî parçe bike. Lê cîhana wî tê parçe kirin. Parçekirineke ku dibe stuna ciwamêrî û mêrxasiya jiyana bi rûmet. Comerdiya jiyanê, di şerê Dogan Ozguden de digihê encamê û dibe şûrê Aşîl. Ji ber ku Dogan Ozguden û jina çê, dilsoza evînê Incî Xanim bi xweliya xwe, xwe diafirînin. Li hemberî bazirganiya heval û hogiran, li hemberî hest û kesayetiyên şikestî, li hemberî siyasiyên di nava demê de dibine hûtê heft serî û wek efsûnbazên bi ewrên reş pêçayî, têkoşînê dikin. Têkoşîna li hemberî dagirkerên jiyanê, ne xelas dibe û ne jî bi dawî dibe.

Dogan Ozguden, di pirtûka “Rojnamevanê Bê Welat” de dîmenê 6 tîrên CHPê û îdolojiya fermî ya Komara Tirkiyê, qonaxên cihgirtina di nava sîstema kapîtalîst de, wek kronolojiyeke bi hesabê matemetîkî, di hunandina romanî de, datîne ber çavên xwendekar. Her cara ku mirov dikevê gumanan û berê Dogan Ozguden dikevê nava derya sîstemê, mirov dibîne ku lehengê pirtûkê, bi zîrekîtiyeke avjeniya pêlewanî ji fetisandin û ketina nava tara bêjingê xelas bûye. Ev hişemdniya têgihiştî û utopya mirovahiyê ye.

Lewma dibêjim ku pirtûk dereng hate nivîsandin. Min gelek caran ji Kekê Dogan Ozguden re got, “zû binivîse.” Mın ew dem baş şopandiye û baş dizanim ku ew demjiyan, di nava mij û moranê de maye. Wilo xuya dike ku, hûtên heft serî, pîrebokên efsûnbaz û siyaseta aşûfte wê bikevin nava hewldanan ku pirtûkê bifetisînin. Wê bixwazin ku aqûbeta serpêhatiyên Zekeriya Sertel bînin serê pirtûka Dogan Ozguden. Wê bixazin ku pirtûkê dinava bêdengiyê de wek pirtûkek di rêze de bihêlin. Sîstema ku Dogan Ozguden hedef nîşan da, wê şerê wî, li dijî pirtûka wî jî bidomîne. Ji ber ku ew baş dizanin ku pirtûka Dogan Ozguden “Rojnamevanê Bê Welat” dîmenê demjiyanekê ye û neynika sîstema Komara Tirkiyê ye û ne tenê rûdêna pêş, wê fûlyana pişta neynika Komara Tirkiyê jî vedike û eşkere dike.

Komara ku, sîtema bi tunekirina gelan hebûna xwe sazkar kiriye.... Demjiyana ku Dogan Ozguden, bi serê tayê hevrîşîm girtiye û bi hostayiyek mezin, bi estetîze kirina gotin û hevokan, di nava hişmendiyeke berpirsiyar de huna ye. Wê dengvedê.

Pirtûka Dogan Ozguden, di eniya şerê li dijî pergala kujerî de, eniya herî watedar vvekiriye. Bi her gotinê şûrekî cûda, tîreke cûda û rimeke cûda avêtiya dijmin.

Vêce, divê werê zanîn ku pirtûka Dogan Ozgude, dengê dilê zarokên Anatolya û Kurdistanê teva ye. Ew destîniya ku bi zorê û di tara bêjingê de hatiye nivîsandin e. Her gotin wek bizivandina bayekî di dilû mêjiyê mirov de dibizive û lêdan dilê mirov diguhere. Bi v pêwanê min pirtûk, weke Tewrata Zarokên Anatolya binavkir û ji bo ku encamek erênî bidestbixe, pêwiste xwedîd erkeitn hebe. Ji bo vê jî, bar dikevê ser heval û hogirên hişmendiya Dogan Ozguden. Ji bo pirtûka Rojnamevanê Bê Welat nebê çavdêriya demjiyanekê; pêwiste di holka cenga mezin û demdirêj de wek amûrê şerê harî dijwar û wateya yê ‘gotin’ê cihê xw ebigire.

medeniferho@hotmail.de

Kurdish


Dogan Agabey, Inci Yenge,

Sizi taniyali 33 yil oldu. Bu zaman zarfinda demokrasi, insan ve halklarin temel haklari için ornek mücadelenizin yakindan tanigi oldum. Hiç yorulmadan, en ufak bir taviz vermeden, bir sürü  engeli asarak yolunuza devam ettiniz. Her zaman tekrarladigim gibi, sizi tanimak, azimle yürüttügünüz bu mücadeleye taniklik etmek benim için büyük bir onurdur.

Izniniz olursa beraber geçen su 33 yili birkaç cümle ile söyliyeyim:

Ilk tanistigimizda genç idik ve en yakin bir zamanda demokrasinin olacagi, insan haklarina sayginin oldugu, halklarin kardesçe, baris içinde yasayacagi ülkemize donmek iyin hayaller kuruyorduk. Aradan 33 yil geçti ve halen de o hayal ettigimiz ülkeye donemedik. 0 ülke ki iyiye dogru gidecegi yerde yalniz kilif degistirerek kötü olan aliskanliklarini baska bir sekilde devam ettiriyor. Bana gore ne demokrasi var, ne de ozgür bir sekilde halklarin beraber yasayabilecegi bir ülke. Sizin seneIer once bana soylediginiz bir sozünüz dogru çikti. Size o ara demistim ki "Dogan agabey, simdi Güney Kürdistan özgür. Yakinda Kuzey Kürdistan da ozgür olacak ve sizinIe beraber gider Kürdistan'a yerlesiriz." Bana cevabiniz su olmustu:

"Bu gidisle ne benim, ne de senin mültecilik hayati bitecege benzemiyor."

Ilk tanistigimiz yillarda Türkiye ve Kürdistan'da hareketli yillar yasaniyordu. Sürgünden bu demokratik mücadeleye destek vermek için epey toplandik, eylemler düzenledik, Belçika ve yerinde de Avrupa kamuoyunu bilgilendirdik.

Hatirlarsiniz, diger muhalif sol guruplarla toplantilarimiz bile çok tartismali geçerdi. Siz, Dogan Ozgüden ve lnci Tugsavul hariç, diger tüm sol guruplarla anlasmak zor oluyordu. Ozellikle Kürd ve Kürdistan 'Ii tanimlamalari olunca digerleri sovenist tavirlarini ortaya koyarlardi. BölücüIük, ayrimcilik yapiyorsunuz diyerek bizi suçluyorlardi. Her seferinde Türkiye'li, Türkiye'den örgütler laflari ile bizi kandirmaya çalisirlardi. Ama biz de her seferinde kararli bir sekilde, "Türk ve Kürt orgütleri",  "Turkiye ve Kürdistan'lilar" diye direnirdik. Taviz vermezdik. Siz, her zaman bu mücadelede saygin yerinizi aldiniz. 0 sovenistlere karsi tavir koydunuz.

33 yil boyunca çok güzel, onurlu yillar geçirdik. Mucadelemizi beraber yürüttük. Tüm bu süre zarfinda nazik ve bilge kisiliginiz ile bize hep yol gosterici, rehber, dürüstlügün sembolü, devrimci, demokratik kisiliginiz ile ornek oldunuz. Bu yüzden sizi tanimak ve dostlugumuzun sürmesi benim için büyük bir sans oldu.

33 yil boyunca da ardi arkasi kesilmeyen tehditler, küçük düsürme girisimleri, takipler, suçlamalar, saldirilar, hatta bizi terrorist basi ilan etmeler, bu konuda kitap yazmalar bile oldu. Tehditler bazen dozunu asti ve hem biz, hem de en yakinlarimiz zarar gordük. Ama, her seferinde, bedeli ne olduysa oldu, geri adim atmadik. Tam aksine gosterdigimiz direnis ruhu ve mUcadele azmi insan ve halklarin düsmanlarini hayrete düsürdü. Onlari hayal kirikligina ugratti.

Dogan Agabey, lnci Yenge, size daha once de soyledigim gibi, zaman oyle gosteriyor ki, ne siz ne de biz, Türkiye'ye demokratik bir ülkeye donebilecegiz. Fakat, suna inaniyorum ki Kürdistan ozgürlesiyor ve biz beraber, ozgür Kürdistan'a gidip yerlesecegiz. Gidis onu gosteriyor. Cünkü ozgür Kürdistan yalniz biz Kürtlerin degil, sizin gibi degeri çok büyük insanlarin da ülkesi olacak.

Kürdü, Türkü, Ermenisi, Asuri/Süryani/Kildanisi, ve daha çok halkin ve dini inancin, siyasi düsüncenin, kardesçesine, ozgürce yasayabilecegi bir ülke olacak.

Tekrar tekrar selam ve saygilarimla.
Brüksel 5.2.2011

Derwesh M. Ferho
Brüksel Kürt Enstitüsü Baskani

agos
Şubat 2011

1960'lardan bugüne bir 'vatansız' gazetecinin anıları

EMRE ERTANİ

Doğan Özgüden ve İnci Tuğsavul-Özgüden, yazıları ve yayınlarından dolayı haklarında onlarca dava açılan, yüzlerce yıl hapis cezalarıyla tehdit edilen, doğdukları yeri terk etmek zorunda bırakılan, vatandaşlıktan çıkarılan ve sürgünde mücadeleye devam eden bir gazeteci çift. Çeşitli gazetelerde çalıştıktan sonra 1967’den sonra Ant Yayınları’nı ve Türkiye’nin sosyalist düşün tarihinin önemli dergilerinden biri olan Ant’ı kuran Özgüden çifti 1971’den beri Avrupa’da yaşı-yor. Orada, diğer siyasal sürgünlerle beraber ‘Demokratik Direniş Hareketi’ni kuran, Cunta rejimine karşı kampanya yürüten, ve 1982’de, 200’e yakın rejim karşıtıyla beraber Türk vatandaşlığından çıkarılarak ‘vatansız’ bırakılan Doğan ve İnci Tuğsavul-Özgüden, ‘Info Türk’ internet portalında Türkiye’yle ilgili gazetecilik yapmaya devam ediyor, ‘Güneş Atölyeleri’ adlı, çokuluslu bir göçmen eğitim merkezini yönetiyorlar. 1960’lı yıllarda Türkiye İşçi Partisi saflarında mücadele etmiş, Türkiye’de sosyalist hareketin hem düşün hem de eylem dünyas nda etkin olmuş bir gazeteci olan Doğan Özgüden’le, geçtiğimiz ay yayımlanan ‘Vatansız’ Gazeteci: Sürgün Öncesi adlı kitabından hareketle, 1960’ların Türkiyesi, sol hareketin dönemin siyasal gündemine ilişkin tavrı, sürgün hayatı ve ‘vatansızlık’ üzerine konuştuk.

80’li yılların sonunda Brüksel’de Kültür Bakanlığı tarafından düzenlenen uluslararası bir toplantıda, katılımcılar kendilerini milliyetlerini ve ülkelerini söyleyerek tanıtırken, siz kendinizi ‘Türk’ ya da ‘Türkiyeli’ değil ‘vatansız’ olarak tanıtıyorsunuz. Bu tercihinizin nedeni nedir? Vatandaşlıktan çıkarıldığınızı öğrendiğinizde ne hissettiniz?

‘Demokratikleşen Türkiye’nin başbakanı Turgut Özal’a uluslararası basın merkezinde insan hakları ihlalleriyle ilgili birkaç soru sorduğumuz için Türk vatandaşlığından atıldığımız TC Büyükelçiliği tarafından ikinci kez tebliğ edileli birkaç hafta olmuştu. Devlet okullarında beynimize zerk edilen Türk ırkçılığını erken yaşta defterimizden sildiğimiz için, 1980 Darbesi’nden sonra bizi vatandaşlıktan attırırken Kenan Evren’in hakkımızdaki “kansızlar, hainler” suçlamalarını zaten hep gülerek karşılamıştık. Yıllardır sürgünde sadece Türkiye’nin demokratikleşmesine katkı için değil, aynı zamanda dünyanın baskı altındaki tüm ülkelerinden gelen siyasal mültecilerin haklarının tanınması için mücadele vermişiz. Bir kâğıt parçasıyla bir ülkeye, bir ırka, bir ulusa mensubiyet artık bizim için hiçbir şey ifade etmiyor. Brüksel’de kurduğumuz Güneş Atölyeleri’nde her gün sadece Türkiye’deki baskıdan kaçıp gelmiş Türkler, Kürtler, Ermeniler, Süryanilerle değil, Ruandalılar, Kongolular, Kenyalılar, Bolivyalılar, Kolombiyalılar, Tibetliler, Pakistanlılar, İranlılarla beraberiz. ‘Vatansız’ kelimesi, kitabımda da Tevfik Fikret’in dizelerinden esinlenerek söylediğim gibi, “Toprak benim vatanım, tüm insanlık milletim”i özetliyor. Günümüzde ‘vatansız’lık, herhalde kitabımda sözünü ettiğim Vatansız Adam Nolan döneminin vatansızlığıyla, hatta Haymatlos Rıza’nın vatansızlığıyla pek benzeşmiyor. Sürgüne çıktığımda beni en çok çarpan olaylardan biri, her gittiğim yerde ‘vatansızlaştırılmış’ Türkiyeli Ermenilerle, Asurilerle, Rumlarla karşılaşmak oldu. Bu insanlar, bu insanların babaları, dedeleri, tüm cedleri, kılıç zoruyla Türkleştirilmeden önce de Anadolu’da vardılar. Ama anayurtlarından koparılmışlardı. Onlar gittikleri yerlerde kendilerine yeni bir dünya kurabilmenin, kökenlerinden, dillerinden, dinlerinden, kültürlerinden kopmaksızın, yerleştikleri yeni ülkelerinin onurlu vatandaşı olmanın kavgasını verdiler. Oysa biz Avrupa’ya ayak bastığımızdan beri hep Türkiye’yle ilişkili, Türk’üyle, Kürt’üyle, Ermeni’siyle, Asuri’siyle, Rum’uyla hep Türkiyeli göçmen topluluklarının içinde yaşadık. Şimdilerde de radyosuyla, televizyonuyla, Avrupa baskısı gazeteleriyle, CD’leriyle, DVD’leriyle ve son zamanlarda internet bağlantılarıyla, her gün sabah akşam, Belçika’da olduğumuz kadar Türkiye’deyiz.

27 Mayıs darbesi sizce neden yapıldı? Ülkedeki muhalif kesimlerin o günlerdeki algısı nasıldı? Sizce Türkiye solu bu süreçteki tavrıyla yüzleşebildi mi?

DP dönemindeki baskıları, insan hakları ihlallerini yaşamış, bunların yüzlercesine yakından tanık olmuş bir gazeteciyim. Bu bakımdan DP iktidarına karşı muhalefetin haklı ve meşru bir temeli vardır. Kitabımda da belirttiğim gibi, bu iktidarın yaklaşan ilk seçimde halkoyuyla devrilmesi ya da Meclis’teki ezici çoğunluğunu yitirmesi büyük olasılıktı. Kaldı ki, darbeden birkaç hafta önce İzmir’de benim de Milliyet gazetesi temsilcisi olarak katıldığım basın toplantısında, Başbakan Yardımcısı Medeni Berk, hükümetin erken seçime gitme kararında olduğunu açıklamıştı. Gariptir, Milliyet dışında tüm gazeteler bu açıklamayı yok saydılar, yansıtmadılar. Erken seçim yapılsa bile iktidara gelebileceğinden emin olmadığı için, CHP de darbeci kışkırtmalara karşı çıkmıyor, darbecilerin iktidarı İsmet Paşa liderliğindeki CHP’ye altın tabakta sunacağından emin olarak askerlerin sırtını sıvazlıyordu. Bir başka önemli faktör ise, ülkenin sürüklendiği ekonomik krizden çıkabilme konusunda artık ABD desteğinden umudunu kesmiş olan Menderes’in, Sovyetler Birliği ile ilişkileri güçlendirme eğilimini açığa vurmuş olmasıydı. Bu bakımdan ABD’nin de olası bir darbeye sıcak baktığından, hatta el altından desteklediğinden eminim. 27 Mayıs’a doğru İzmir’deki NATO Karargâhı’nda Türk subaylarının Amerikalı üstlerinin gözleri önünde nasıl iktidar aleyhtarı bildiriler basıp dağıttıklarına bizzat tanık oldum. Zaten o dönem Genelkurmay’ın NATO Dairesi’nin başında bulunan Türkeş 27 Mayıs’a doğru sık sık İzmir’deydi. 27 Mayıs sabahı darbeyi anons eden tok sesli subayın kimliği kimse tarafından bilinmezken, NATO Karargâhı’ndaki Türk subayları, konuşanın Türkeş olduğunu söylüyorlardı. Tabii, her desteğin bir bedeli vardır. Türkeş’in okuduğu darbe duyurularında sık sık “NATO’ya, CENTO’ya bağlıyız” diye tekrarlaması boşuna değildi. Solun tavrına gelince, DP iktidarının MacCarthyst uygulamalarından dolayı o yıllarda Türkiye’de sol ne örgüt olarak, ne de etkin bir yayın olarak vardı. O bakımdan ‘yüzleşme’ gerektirecek global bir tavır alıştan bahsedilemez. Ama solun görece serbestlik kazandığı darbeden sonraki yıllarda, özellikle de Nasır ve Baas etkileriyle tepeden inmeci, darbeci, Kemalist eğilimler sol harekette yıllarca etkin oldu. Asıl yüzleşilmesi gereken de budur.

1940’ların sonuna doğru Kıbrıs konusu gündeme yerleşiyor, Kıbrıs Türktür Cemiyeti gibi dernekler kurulmaya başlıyor. Bu derneklerin faaliyetleri ve halk üzerindeki etkilerinden söz eder misiniz? Kıbrıs meselesinde o günden bugüne nereye varıldı?

Daha önce değindiğim anti-Sovyetik, Amerikancı ve MacCarthyst koşullandırmalar nedeniyle Türkiye kamuoyu Kıbrıs Sorunu’nu yaratan gerçek nedenleri asla göremedi. Kıbrıs’taki Rum halkının mücadelesi İngiliz hegemonyasına karşı gerçekten anti-emperyalist bir ulusal kurtuluş hareketiydi. Başta Hürriyet olmak üzere Türk medyası ve tüm siyasal partiler, Rauf Denktaş, Fazıl Küçük gibi İngiliz işbirlikçilerini de kullanarak “Yeşil ada kızıl olamaz!” sloganıyla Kıbrıs’ın Türk azınlığını Rum çoğunluğa karşı kışkırttılar. Devlet destekli ‘Kıbrıs Türktür’ cemiyetlerinin sürekli kışkırtmalarına Selanik’te MİT’in yaptırdığı provokasyon da eklenince Rum düşmanlığı 6-7 Eylül pogromuna vardı. Kıbrıs’ta barışçıl çözüm için mücadele veren Türk gazeteci ve sendikacılar katlettirildi. Bu cinayetleri açıkladığımız için Ant’ın Kıbrıs’a sokulması yasaklandı. Bu utanç verici olayların üzerinden yarım yüzyıl geçtiği halde Kıbrıs Sorunu’nda hâlâ hiçbir yere varılabilmiş değil. Türk Ordusu adanın yarısını fiilen işgal altında tuttuğu sürece de bir yere varılması oldukça zor.

Türkiye’de 6-7 Eylül olaylarına dair anlatılar büyük ölçüde İstanbul’da yaşananlara odaklanıyor. Kitabınızda, aynı gece İzmir’de yaşananlara da değiniyorsunuz...

6-7 Eylül olaylarının yaşandığı ikinci önemli kent İzmir’di. Aslında 1922’de Türk Ordusu’nun İzmir’i ele geçirerek Rum nüfusu katliam ya da zorunlu göç gibi yöntemlerle tasfiye etmesinden sonra bu kentte İstanbul’dakine benzer, gözle görünür bir Rum varlığı yoktu. Levanten, Yahudi, Ermeni ailelerin sayısı ise parmakla gösterilecek kadar azalmıştı. Yine de Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin (KTC) İstanbul dışında ilk örgütlendiği kent İzmir’di. Aralarında Hüsamettin Cindoruk’un da olduğu cemiyet kurucuları İzmir’e gelerek Türk İş Bölge Temsilcisi Burhanettin Asutay, Avukat Fikret Florat ve gazeteci Nuri Erdöl’ün başında bulunduğu bir şube kurmuşlardı. KTC, 3 Temmuz 1955’te Fuar’da 2 bin kişilik bir kapalı salon toplantısı düzenlemiş, katılanlara “Kıbrıs için her türlü mücadeleye hazır oldukları”na dair yemin ettirilmişti. Nuri Erdöl’ün yönettiği bir gazetede, NATO üyesi olan Yunanistan’ın bayrağının diğer üye ülkelerin bayrakları gibi İzmir’de belli yerlere asılı olmasına karşı, “Palikaryaların bayrağı Konak Meydanı’nda dalgalanamaz” türünden manşetlerle kışkırtıcılık yapılmıştı. Olaylar İstanbul’da başlayınca İzmir’de de önce Konak Meydanı’ndaki bayrak parçalanmış, ardından Yunan Konsolosluğu ve Fuar’daki Yunanistan Pavyonu saldırıya uğramış, tespit edilebilen azınlık mensubu ailelerin evleri talan edilmişti.

Halk tarafından çok sevilen bir siyasetçi olan Adnan Menderes’in idam edilmesine halkın tepkisiz kalmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Gerçekten de, beni en çok çarpan olaylardan biri, Menderes’in idam kararına, ardından da idam edilmesine karşı hiçbir sokak eylemi olmamasıydı. Biliyorum ki o yıllarda DP’nin kalelerinden biri olan İzmir’de çoğunluğun yüreği kan ağlıyordu. Yine de Menderes’in idam edilmesi, DP yanlısı kitlenin Cunta’ya ve onun iktidar yolunu açtığı CHP’ye karşıtlık duygularını daha da güçlendirdi. Yapılan ilk seçimde İzmir DP çizgisine bağlılığını bir kez daha gösterdi.

70’li yıllara kadar DP’nin kalesi olan İzmir’de halk, tek parti döneminde uygulanan baskılardan dolayı CHP’den neredeyse nefret ediyordu. Şu an ise şehir, CHP’nin kalesi durumunda. Sizce bu dönüşümün nedeni nedir?

İzmir metropolleşmenin, sanayileşmenin en hızlı yaşandığı, Türkiye’nin en büyük liman kentlerinden biri olarak ülkenin dış dünyaya en çok açıldığı bir kent. Bunun sosyal ve siyasal plandaki yansıması sola açılımda görülüyor. Örneğin, benim de ilk yöneticilerinden biri olduğum Türkiye İşçi Partisi, Türkiye’de ilk sosyalist belediye başkanını, DP çizgisinin hâlâ egemen olduğu 1963 yerel seçimlerinde işçi semti Gültepe’den çıkartmıştı. Ancak bu sol açılımın hâlâ militarizmin dümensuyunda sürüklenen CHP oylarına yansıyor olması sosyalist partilerimiz açısından gerçekten düşündürücü.

Türkiye’de gazeteciler çok baskı gördü, birçok gazeteci faili meçhul cinayetlerle susturuldu. Medya ve basın özgürlüğü konusunda geçmişle bugünü kıyaslayabilir misiniz?

Medyadaki teknolojik değişim benim Türkiye’de gazetecilik yaptığım günlere göre o kadar büyük ki, objektif bir kıyaslama yapmak zor. En azından internet ortamında inanılmaz zenginlikte bir bilgilenme, bilgilendirme ve iletişim olanağı mevcut. İnsanlar artık olup bitenleri öğrenmek için büyük sermayenin kontrolündeki televizyon kanallarının ve günlük gazetelerin verdikleriyle yetinmiyor, habere, analize anında ulaşabiliyor, tepkisini de aynı hızda ortaya koyabiliyor. Türkiye’de hâlâ gazetecilerin, siyasetçilerin düşüncelerini ifade ettikleri için mahkemelere sürüklenmesi, zindanlara atılması, ölümle tehdit edilmesi, hatta Hrant Dink örneğinde olduğu gibi derin devletin komploları sonucu katledilmesi ülkeyi yönetenler açısından utanç verici. En büyük endişem, süper güçlerin bir gün internet ortamındaki iletişim kanallarını tam kontrol altına alıp insanları bu bilgilenme ve bilgilendirme özgürlüğünden yoksun bırakmaları...

Türkiye’de Ermeni Soykırımı üzerine on yıllar boyunca konuşulmadı. Siz 1915’te yaşananları ilk olarak ne zaman duydunuz, okudunuz? 60’lı yıllarda sol hareket içinde ve özelde Ant dergisi çevresinde bu konuya dair bir farkındalık var mıydı?

1915’te yaşananları Ermeni, Rum arkadaşlarımla sohbetlerde kısmen duymuştum. Ama olayların soykırım boyutu bu konuda en cesur konuşan arkadaşlar tarafından dahi pek dile getirilmedi. Aslında bu konu gerçek bir tabuydu. Türkiye’de Ant’ı yayımlarken olayların gerçek boyutunu ve niteliğini Emenistan’ın da parçası olduğu Sovyetler Birliği kaynaklarından öğrenmeye çalıştık, ama Kremlin’in ‘iyi komşuluk ilişkileri’ politikası gereği uyguladığı karartma nedeniyle elle tutulur bir şey öğrenemedik. Sürgüne çıktığımız 1971 Mayıs’ında Cunta’ya karşı kampanya organize etmek için görüştüğümüz bir Belçikalı aydın “Ermeni soykırımı konusunda ne düşünüyorsunuz?” diye sorduğunda gerçekten hayatımın en zor anlarından birini, bir şoku yaşamıştım. Ondan sonradır ki Avrupa’nın daha özgür ortamında bu konuda da daha fazla bilgilenmeyi görev edindim. Özellikle 70’li yıllarda başlayan siyasal göçün Belçika’ya getirdiği Ermeni ailelerle dostluklarımız, tarihsel diasporanın eski kuşaklarına mensup Ermeni aydınlarla insan hakları konusunda ortak çalışmalarımız, beni ve İnci’yi yıllarca önce şu kararlılığa getirdi: Ermeni soykırımını tarihsel bir gerçeklik olarak tanımadıkça, devlet olarak Ermeni halkından bunun özürünü dilemedikçe, mağdurların haklarını tanımadıkça Türkiye’nin demokratik ülkeler safında gerçekten yer alması mümkün değil.

Kitabınızda, Ant dergisinde yayımlanan, Kürt meselesiyle ilgili haber ve yazılarınızdan dolayı Birinci Ordu Komutanlığı’nda tehdit edildiğinize değiniyorsunuz. Ant dergisinin, Kürt meselesine ilişkin duruşu nasıldı?

Ant, bu sorunu dile getirmeye çalışan ve bunun için halklarıyla birlikte ağır bedeller ödeyen Kürt aydınlar ve eylemcilerin mücadelesini paylaşan, onlarla kesin dayanışma içinde olan bir dergiydi. Kürt sorununun ortaya konması, ezilen halklarımızın hak ve özgürlüklerinin tanınması konusunda sadece oligarşiye karşı değil, sol hareket içerisinde Kemalizm’in dayattığı şovenist ve inkârcı çizgilere, bizi “Türkiye halkları” dediğimiz için “devrimci safları bölmek”le suçlayan bazı sol liderlere ve yayınlara karşı da mücadele vermek zorunda kaldık.

Kitapta, Ant dergisinin sorumlu yazı işleri müdürlüğünü yapan, Agos’un da ilk köşeyazarlarından olan, 2009’da kaybettiğimiz Yaşar Uçar’ın, 12 Mart döneminde, Ermeni olduğu için daha çok işkence gördüğünü belirtiyorsunuz. Onun hakkında neler anlatabilirsiniz?

Yaşar kurucularımızdan Fethi Naci’nin tavsiyesiyle Ant’a sorumlu müdür olarak 1967 Mayıs’ında geldi, büyük bir özveriyle çalıştı. Aynı zamanda İstanbul Üniversitesi’nde felsefe öğrencisiydi. Türk ismi taşıdığından kökenini bilmiyorduk. Bir gün bana kendisinin Ermeni olduğunu açıkladı, bu yüzden ileride başımıza iş açılmaması için bunu söylemeyi görev bildiğini söyledi. Aydın bir Ermeni gencin Ant gibi sol bir dergide bizimle işbirliği yapmış olmasından duyduğum memnuniyeti bildirdim, katkıları için teşekkür ettim. Sorumlu müdür olarak hakkında açılan davalarda hapis talebi 74,5 yıla yükselince nöbeti bir başka arkadaşa devretmek zorunda kaldı. 12 Mart darbesinden sonra gözaltına alındığını, işkence gördüğünü, ölümünün ardından arkadaşlarının yazdığı yazılardan öğrendim. Yaşar’ı hep içine kapanık, gerekmedikçe konuşmayan, üstlendiği sorumlulukları hakkıyla yerine getiren bir arkadaş olarak anımsıyorum. Haftanın dört günü haber yazımında, basın taramalarının yapılmasında, tasarı başlıkların atılmasında bana, son iki gün de sayfaların matbaada bağlanması ve derginin rotatifte basılması sırasında İnci’ye yardımcı oluyordu. Ant’a emeği geçen tüm meslektaşlarım gibi Yaşar’ı da sevgiyle anıyorum.


librenews

eylem Le journaliste apatride
25/02/2011 - 20:29

« Aujourd’hui, nous sommes le 9 septembre 2009, il est 2 heures du matin… Le 57ème anniversaire du début de ma carrière de journaliste. J’ai succombé face aux maintes insistances d’Inci, qui aboutissaient de temps en temps à des disputes.

Il y a exactement 57 ans, débutant comme correspondant provincial à Izmir, j’ai perduré ma vie tempétueuse à Istanbul, puis en exil depuis 38 ans. Désormais, je me mets à partager avec mes lecteurs mon passé de plus d’un demi siècle.
Ceux-ci sont les notes d’un journaliste socialiste forcé à l’exil par la junte du 12 mars (1971) et déclaré « apatride » par la junte du 12 septembre (1980). »

C’est ainsi que débute le dernier livre que j’ai lu et qui était sans doute un des meilleurs que j’ai lu : « Vatansiz Gazeteci », ce qu’on pourrait traduire en français comme « Le journaliste apatride ». Ce merveilleux roman autobiographique à tendance de documentaire est rédigé par Dogan Özgüden, ce fameux « journaliste socialiste forcé à l’exil » en 1971 et qui vit actuellement en Belgique.

Malheureusement, ce livre écrit en turc n’est pas (encore ?) traduit en français ou en une autre langue. Je me suis permis de traduire moi-même les premières lignes de l’introduction.

vatansizLe premier tome de ce roman raconte la première moitié de la vie de Dogan Özgüden, à savoir depuis sa naissance dans un petit village d’Anatolie jusqu’à son départ illégal de la Turquie suite à la menace de condamnation par les tribunaux de la loi martiale. Il a connu une vie « tempétueuse » en effet et a vécu tout ce qui peut arriver à un journaliste dans un pays où ni liberté de presse n’existait, ni liberté d’opinion, ni celle d’expression ou d’association.

Suite à une enfance où la profession du père cheminot déterminait le lieu de vie de la famille et d’étude pour Özgüden, ce dernier, n’ayant pas pu réaliser ses rêves de physicien pour des raisons financières, a effectué des études professionnelles commerciales en vue de devenir comptable ou banquier tel que le souhaitaient ses parents. Ayant connu la misère de la population dans différents villes et villages d’Anatolie pendant la seconde guerre mondiale qui a engendré la famine et une épidémie, Özgüden a toujours été sensible aux questions du peuple pour qui il dévouera sa vie.


Özgüden, pour financer ses hautes études, a choisi de travailler comme journaliste pour un journal local d’Izmir plutôt que de servir les institutions de l’OTAN, récemment implantées aux côtes égéennes. Ses ambitions et talents l’ont mené, à un âge très jeune, à de hauts postes dans le secteur de la presse écrite, mais aussi au sein des organisations syndicales pour les droits des journalistes. Après avoir été injustement viré du parti ouvrier turc, il a continué sa lutte en créant le quotidien de gauche ANT où il écrivait les réalités concernant la Turquie, mais aussi la gauche dans le monde. Il dénonçait les méfaits du capitalisme et du militarisme, les injustices, les corruptions du gouvernement, il défendait les droits de l’homme, la reconnaissance des différentes ethnies en Turquie, appelait à la solidarité entres les ouvriers, montrait la vraie face des faits et le vrai visage des hommes politiques ou militaires de haut grade.

En parcourant le chemin de vie de Özgüden, j’ai mieux compris ce qu’était aimer son métier passionnément. Pas parce que ce dernier permet de faire fortune ou qu’il permet une carrière reconnue par l’élite, mais tout simplement parce qu’il rend service au peuple, il informe et enseigne correctement la population illettré sur l’actualité. J’ai senti cette passion jusqu’à la dernière page du livre. A la base de cette passion se trouve l’amour du peuple auquel Özgüden se dévouait, auquel il fournissait, à tout prix, les vraies informations, qu’elles plaisent ou pas aux autorités. Sa vie fut une lutte contre l’injustice, la manipulation des citoyens par l’élite politique, contre l’enrichissement des capitalistes, sous l’emprise de l’impérialisme américain, aux dépens du peuple.

Comme le dit le célèbre proverbe turc : derrière tout homme ayant réussi sa vie se trouve une femme. Je tiens à féliciter et remercier Inci Tugsavul, la très chère femme de Dogan Özgüden, également journaliste, pour son courage, sa patience, et surtout pour toutes ses contributions dans la lutte.

De la première à la dernière page du roman, je fus impressionnée par la puissante mémoire de Dogan Özgüden qui se souvient absolument de tout : sa plus petite enfance, les conversations ménagères, les noms de rues et quartiers, les livres et articles lus ou publiés, les noms de ses connaissances,… Non seulement il raconte sa vie, mais il raconte aussi le contexte politique, économique et social dans lequel il a vécu : les retentissements de la seconde guerre mondiale en Turquie, la guerre du Vietnam, la période de déstalinisation, la crise de la Corée, l’abolition du système politique à un parti en Turquie, le coup d’Etat militaire de 1960, etc. D’où le style documentaire du livre.

Je tiens vivement à féliciter Monsieur Özgüden, d’abord parce qu’il ne s’est jamais laissé succomber face aux maintes difficultés vécues au cours de sa vie, et ensuite parce qu’il a partagé ses souvenirs avec nous sous forme d’un excellent roman. C’est avec impatience que j’attends la suite de l’aventure…

evrensel2

2 Mart 2011

Doğan Özgüden’e mektup

Sennur Sezer

Merhaba Doğan Özgüden,

Dün bitirdim Vatansız Gazeteci’yi (Sürgün Öncesi) ... Aslında İnci Tuğsavul’a yazmak isterdim. Eşine ve yol-arkadaşına. Onun sürgün anılarıydı beklediğim. Bir kadının “vatansızlık” üstüne neler düşündüğünü öğrenmek için değil, (kadınların yaşam çizgisi olarak “yersizlik yurtsuzluk”u baştan benimsediklerine inanıyorum, baba evi, koca evi... yaşlanınca oğul-evi, damat-evi) belki bir “hemcins” olmanın okuma-benimseme rahatlığı yüzünden. Kitabın kapağındaki resmi bana onun bütün duygularını anlattı.

Sevgili Doğan Özgüden,

1960’lı yıllarda Türkiye İşçi Partisi saflarında mücadele etmenize, yollarımızın pek çok kesişmesine karşın pek tanışmıyoruz. Daha doğrusu hiç sohbetimiz yok. “Çeşitli gazetelerde çalıştıktan sonra 1967’den sonra Ant Yayınları’nı ve Türkiye’nin sosyalist düşün tarihinin önemli dergilerinden biri olan Ant’ı kuran Özgüden çifti”siniz. 1971’den beri Avrupa’dasınız. Diğer siyasal sürgünlerle beraber ‘Demokratik Direniş Hareketi’ni kurup, Cunta rejimine karşı kampanya yürütmenin sonucunda 1982’de, 200’e yakın rejim karşıtıyla beraber Türk vatandaşlığından çıkarılarak ‘vatansız’ bırakıldınız. Bugün, ‘Info Türk’ İnternet portalında Türkiye’yle ilgili gazetecilik yapmaya devam ediyor, ‘Güneş Atölyeleri’ adlı, çokuluslu bir göçmen eğitim merkezini yönetiyorsunuz. Bir söyleşinde vurguladığın gibi Avrupa’ya ayak bastığınızdan beri hep “Türkiye’yle ilişkili, Türk’üyle, Kürt’üyle, Ermeni’siyle, Asuri’siyle, Rum’uyla hep Türkiyeli göçmen topluluklarının içinde” yaşamanın sonucu “radyosuyla, televizyonuyla, Avrupa baskısı gazeteleriyle, CD’leriyle, DVD’leriyle ve son zamanlarda İnternet bağlantılarıyla, her gün sabah akşam,” Türkiye’desiniz.

Günümüzde aydınların ve gençliğin verdiği mücadele size yabancı değil. Özellikle Kürt meselesi . Agos’a da söylediğin gibi “Ant, bu sorunu dile getirmeye çalışan ve bunun için halklarıyla birlikte ağır bedeller ödeyen Kürt aydınlar ve eylemcilerin mücadelesini paylaşan, onlarla kesin dayanışma içinde olan bir dergiydi”. Kürt sorununun ortaya konması, ezilen halklarımızın hak ve özgürlüklerinin tanınması konusunda sadece oligarşiye karşı değil, sol hareket içerisindeki şovenist ve inkarcı çizgilere karşı da mücadele verdiniz.

Sevgili Özgüden,

Kitabın bir anı kitabı değil son günlerde okuduğum en önemli bellek tazeleyicilerden. Özellikle Çetin Altan ile ilgili bölümler. Bugünü kavramak için ara sıra ardımıza bir göz atmak gerekiyor. Bunun içinse gayriresmi yakın tarih gerekli.
Keşke gitmeseydin diyemiyorum. Şu andaki işlevin çok önemli. Üstelik Türkiye ve mesleğin için yaptığın saptama da :
“Medyadaki teknolojik değişim benim Türkiye’de gazetecilik yaptığım günlere göre o kadar büyük ki, objektif bir kıyaslama yapmak zor. En azından İnternet ortamında inanılmaz zenginlikte bir bilgilenme, bilgilendirme ve iletişim olanağı mevcut. İnsanlar artık olup bitenleri öğrenmek için büyük sermayenin kontrolündeki televizyon kanallarının ve günlük gazetelerin verdikleriyle yetinmiyor, habere, analize anında ulaşabiliyor, tepkisini de aynı hızda ortaya koyabiliyor. Türkiye’de hâlâ gazetecilerin, siyasetçilerin düşüncelerini ifade ettikleri için mahkemelere sürüklenmesi, zindanlara atılması, ölümle tehdit edilmesi, hatta Hrant Dink örneğinde olduğu gibi derin devletin komploları sonucu katledilmesi ülkeyi yönetenler açısından utanç verici. En büyük endişem, süper güçlerin bir gün İnternet ortamındaki iletişim kanallarını tam kontrol altına alıp insanları bu bilgilenme ve bilgilendirme özgürlüğünden yoksun bırakmaları...”

Endişelerimiz kadar sevinçlerimizi paylaşacağımız bir akşamüstü birer bardak demli çayla sohbet etmek umuduyla, sevgiyle.

milliyet

20 Mart 2011

Barışı görmeden ölmek istemiyoruz!

Hasan Cemal

Anılar, yaşamöyküleri her zaman ilgimi çekti, çekmeye de devam ediyor.

Onları okurken, hem kendi hayatımı sorgular, hem de bir şeyler kapar öğrenirim.

Önümde böyle üç kitap var:

Bir Dönem İki Kadın; Oya Baydar, Melek Ulagay, Can Yayınları.

Benim Cumhuriyet’im; Emine Uşaklıgil.

‘Vatansız’ Gazeteci; Doğan Özgüden, Belge Yayınları.

Üçünü de dikkatle, severek okudum, bazen duygulandım, düşündüm.

Üç kitap da birçok yerinde benim kendi kişisel tarihime dokunuyor. Aynı çalkantılı dönemleri ben de yoğun olarak yaşamıştım.

İlginç olan şu:

Herkes gerçeğin bir tarafından yakalıyor, bırakmıyor. Herkesin pencereleri de farklı.

Sen öyle bakıyorsun, o böyle bakıyor. Belki aynı şeye bakıyorsunuz ama farklı görüyorsunuz.

Bellek, eski deyişle hafıza da öyle. Senin unuttuğunu, o unutmuyor ya da o senin hatırladığın gibi hatırlamıyor. Bu nedenle yorumlar da farklılaşıyor.

Olabilir.

Ama anılarla, yaşamöyküleriyle birtakım farklılıkların su yüzüne çıkması güzel bir şey. Bu sayede gerçek daha iyi belirginleşiyor, neyin ne olduğu daha anlaşılır hale geliyor.

Belki tarihçilerin işi de kolaylaşıyor.

Emine Uşaklıgil’in “Benim Cumhuriyet’im” kitabı bu bakımdan önemli.

Yarın Cumhuriyet gazetesinin tarihini yazacak olan tarihçiler, hem Uşaklıgil’in bu kitabından, hem Hasan Cemal’in “Cumhuriyet’i Çok Sevmiştim”inden, hem de başka meslektaşlarımın mutlaka yazacakları Cumhuriyet kitaplarından yararlanacaklar.

Gerçek bir değil, bin yüzlü.

Kimse tekeline alamaz gerçeği.

Hepimiz neyi ne kadar görebiliyorsak, o kadarını biliyor, yazıyoruz.

Elbette iddialarımız, değerlerimiz var. Gücümüz, nefesimiz yettiği kadar savunuyoruz bunları da...

Ama yaşadıklarımızı mutlaka yazmak ve gelecek kuşaklara kendi deneyimlerimizi aktarmak büyük önem taşıyor.

Daha çok olgunlaşmak, daha fazla demokrasi kültürü edinmek istiyorsak, bizde çok cılız olan anı, yaşamöyküsü ve özyaşamöykülerinin sayısını mutlaka arttırmak zorundayız.

Kısacası, kendine güvenen yazsın!

Bu açıdan ‘Bir Dönem İki Kadın’ gerçekten çok değerli.

Oya Baydar farklı bir yerden geliyor. 1960’larda sol konusundaki çıkış noktasında, Türkiye İşçi Partisi(TİP)- Türkiye Komünist Partisi(TKP) çizgisi ağır basıyor.

Melek Ulagay’ın çıkış noktası içinse Maoculuk denebilir.

Bir taraf, parlamentocuydu. Öteki taraf için iktidar namlunun ucundaydı. İki taraf da kapitalist düzeni, devleti yıkmaktan yanaydı ama farklı yollardan...

1960’lar, 1970’ler...

Hepimizin Türkiye’yi ve dünyayı çabucak değiştirebileceğimizi sandığımız yıllar...

Oya’yla Melek’in ortak kitabını okurken, ben de kendi kişisel tarihimi biraz da hüzünle gözden geçirmiş oldum.

Bebek’teki Nazmi’den (“Baharda erik çiçekleri tabaklarımıza, kadehlerimize düşerdi Nazmi’nin bahçesinde...”) 12 Mart’a, 12 Eylül’e, Mamak, Selimiye zindanlarına, hapse düşen, işkencehaneden geçen, daha güzel bir dünya için dağa çıkanlara, dağda ya da idam sehpasında gencecik yaşta hayata veda edenlere, yolu sürgüne düşenlere ve de yaşanan hayal kırıklıklarına kadar çok şeyi bazen içim sızlayarak, bazen duygulanarak okudum.

Bir bakıyorsun hayat geçivermiş...

Oya Baydar’ın şu sözleri:

“Beni yıpratan, bezginliğe düşüren soru, ‘Neden bu yollardan yürüdüm?’ değil; bunca yılın, bunca yolun vardığı yer neden başlangıç noktasına bu kadar yakın, nerede hata yaptık, neyi ıskaladık sorusu... 70 yaşıma gelmişim, önümde az zaman kalmış, insan umut verici bir şeyler de görmek istiyor şu ahir ömründe.

Geçenlerde yaşı yetmişe dayanmış olanlar, bir yaşlılar heyeti kurduk, her zamanki gibi bir de metin çıkardık. O metnin son cümlesi, ‘barışı görmeden ölmek istemiyoruz’du.”

Barışı görmeden ölmek istemeyen, barış ve demokrasi mücadelesine bir ömür koymuş bir başkası da Doğan Özgüden, bir meslek büyüğüm.

Doğan Özgüden deyince, bir dönem Genel Yayın Yönetmenliği’ni yaptığı 1960’ların solcu gazetesi Akşam, ama özellikle haftalık Ant dergisi ve Ant Yayınları’nın çıkardığı kitaplar gelir.

Ben dahil 1960’ların solcu, devrimci gençliği, sanıyorum, Doğan Özgüden’in yönettiği, güzel ve çarpıcı kapak düzenini eşi İnci Özgüden’in yaptığı yayınlardan çok etkilenmişti.

Doğan Özgüden’in ‘Vatansız’ Gazeteci’sini bir solukta okudum, çok şey hatırladım, çok şey öğrendim.

Ve düşündüm:

Barış, demokrasi kolay olmuyor.

Zaman ve sabır istiyor. Uğruna mücadele ve fedakârlık gerekiyor. Bir bedel ödemeden, birtakım acı kopuşlar yaşanmadan barış ve demokrasi kapıyı çalmıyor.

Bir Dönem İki Kadın’la ‘Vatansız’ Gazeteci’yi okurken bu gerçeği bir kez daha hissettim, bazen içim acıyarak...

Sonra da Oya Baydar’ın aktardığı o dizeleri Özdemir Asaf’ın:

Daha gidecek yerlerimiz var,

Kalacak bir türkü söyler gideriz.

İyi pazarlar!

 

Kültür Dergisi
Nisan 2011 - Sayı 3

Bütün Yolculuk Boyunca Hasret Ayrılmadı Benden (*)

Tamer Çağlayan

Kendileriyle sadece mektup ya da telefonla haberleştiğim, hiç yüzyüze gelip konuş(a)madığım, yaptıklarını, yazdıklarını sadece yazılı veya görsel basın aracılığıyla öğrendiğim o kadar çok insan var ki, belki de onları uzaktan izlemek bana daha makulmüş gibi geliyor. Kimisiyle sadece telefon aracılığıyla konuşuyorum. Sadece seslerimizi tanıyoruz.

Kendisini daha öncelerden ismen dahi olsa tanıyordum. Bu güne dek hiç yüzyüze karşılaşmadık. Sadece yeni yayınlanan kitabı dolayısıyla elektronik ortamda yazıştık, hepsi o kadar.

Yine, geçtiğimiz yılların birisinde yıllardır sürgünde yaşayan bir arkadaşım, yaşadığım kente uğramış, ortak bir masada birlikte olduktan sonra onu yolcu etmek için trenin gelmesini beklerken sohbet ediyorduk. Yanımızda iki arkadaş daha vardı. Arkadaşım, kendisine günün birinde birşey olduğu takdirde, evinde bulunan kütüphanesindeki kitapların tümünü bana bırakacağını vasiyet etti. Bu sözlerini diğer arkadaşlar da duydular.

Ben ise, o an ki kasvetli havayı dağıtmak ve birazdan gelecek olan trenle benden uzaklaşacak arkadaşıma “Doğan ağabey ne yapıyor?“ diye sorunca, anılarını yazdığını öğreniyorum. Seviniyorum. Uzun yıllar boyunca Türkiye’den ayrı yaşamak zorunda kalan gurbet eldeki bu insanımızın yazdıklarının ilginç ve renkli olacağını düşünüyorum. “Yayınlandığında okumak isterim“ diyorum. Gelen tren diğer yolcularla birlikte arkadaşımı da alıp hareket ediyor…

Geçen yılın sonlarına doğru yıllardan beri beklediğim anılar, güzel bir kapak kompozisyonuyla “Vatansız Gazeteci“ adıyla kitap halinde yayınlandı.

Kimden mi söz ediyorum?

Basın tarihimizin ünlü dergilerinden birisi olan Ant’ın yöneticilerinden Doğan Özgüden’den…

1971 yılında başlayan siyasi göçmenliği hâlâ devam eden Doğan Özgüden’in anılarının yer aldığı kitabı geçen yılın sonlarına doğru edindim. Bu kitap anıların ilk cildini, Türkiye’den ayrılmadan önceki yaşam öyküsünü kapsıyor. Anıların ikinci cildinde ise, sürgün sonrası Avrupa’da geçen 40 yılın izlenimleri yer alacak. Orada yurtdışı yaşamını, Info Türk’ün kuruluşunu, Güneş Atölyelerinin çalışmalarını ayrıntılı bir biçimde okuyacağımızı umuyorum.

Doğan Özgüden’in yaşanmış zengin çocukluk izlenimleri var… Babasının Devlet Demir Yolları’nda memur olması nedeniyle, çocukluğu Anadolu’nun bir çok yöresinde geçiyor. Buralarda edindiği zengin izlenimler kitaba da yansıyor. Sırasıyla Musaköy, Tokat Artova, İstanbul, Konya, İkinci Dünya Savaşı yılları, Ankara, Demokrat Parti’nin iktidara geldiği 14 Mayıs 1950 seçimleri Doğan Özgüden’in anılarında çocukluktan ergenliğe geçişte yaşadığı zengin izlenimlerle kitaba yansıyor.

Tren yolculuklarını severim. Türkiye’ye her gidişimde imkânım ölçüsünde trenle yolculuk yapmaya çalışırım. Hem doğayı, hem de trenin geçip gittiği o mütevazi kasaba ve köyleri bir pencerenin ardından dahi olsa görme imkanını elde ederim. Kimi yerde yol inşaatları devam eder. İşçilerin kaldıkları barakalar vardır, onların oralardaki yaşamlarını düşünürüm. Tarlalarda çalışan köylüleri görürüm, elde ettikleri ürünün karşılığını alıp alamayacaklarını, alsalar dahi, onca emeğin karşılığının onlara yetip yetmeyeceğini kendi kendime sorarım.

Kimi yerde kendi hallerine terkedilmiş kasaba istasyonları vardır. Bunların boyaları dökülmüş, bakım ister, ihmal edilmişlerdir. Belki de bu yüzden “Demiryolu Öyküleri” isimli kitaptaki öyküleri başka bir gözle okudum. Günün birinde Anadolu’yu trenle yolculuk yaparak gezmek, izlenimlerimi bir “Tren Güncesi”nde toplamak isterim.

1950’li yıllarda Doğan Özgüden’i İzmir’de gazetecilik yaparken görüyoruz. Stenoyu çok iyi bilmesi gazeteciliğe adım atmasını sağlıyor. “Ege Güneşi” gazetesinde başlayan gazetecilik “Sabah Postası”nda devam eder. Özgüden bu yılları için şunları yazıyor anılarında: “Gazetenin tütün deposundan bozma idarehanesinde parasızlıktan aylardır ücretlerimiz ödenemediği gibi, sobada yakacak odun da alınamıyordu. Düz baskıda kullanılan klişelerin tahtalarını sökerek ya da baskı artığı kağıtları tutuşturarak ısınmaya çalışıyorduk.”

Ege Bölgesinde yapılan seçim mitinglerini izleme görevi verilmesi o zamanki parti lider ve ileri gelenlerini yakından tanımasına yol açar. Askerlik görevinden sonra ise, Abdi İpekçi’nin teklifiyle “Milliyet”in İzmir ve Ege Bölgesi temsilcisi olur. Bu arada Gazeteciler Sendikası’nda da çalışmalarına devam ediyordur.

27 Mayıs 1960’tan sonra Doğan Özgüden Milliyet’teki görevinden ayrılır. Ayrılmasının nedenlerinden birisi de, tiraj almak için daha çok magazin haberlerinin seçilmesi ve İpekçi’yle birçok konuda olan anlaşmazlıklarıdır. “Öncü” gazetesinde temsilci olarak çalışmaya başlar. Yazdığı yazılar nedeniyle gazete patronu tarafından köşe yazısı yazması engellenir.

1962-1964 yılları arasında Türkiye İşçi Partisi’nde mücadelesini sürdürür. Merkez Yürütme Kurulu’na da seçilecektir. TİP haftalık bir sol dergi yayınlama kararı alır. “Sosyal Adalet”e eli kalem tutan parti üyeleri katkıda bulunurlar.

Aralarında Demir Özlü, Muzaffer Buyrukçu, Edip Cansever, Turgut Kazan, Veysi Sarısözen, Fethi Naci ve Doğan Özgüden’in de bulunduğu bir grup partili, Türkiye İşçi Partisi’nin içindeki bazı gelişmeleri eleştiren bir dilekçeyi parti merkezine yollarlar. Yollanan dilekçe pek etkili olmayacak, imzacı üyeler partiden ihraç edileceklerdir.

“Akşam Gazetesi” yılları ise, 1960’ların ortasına rastlıyor. İlhami Soysal, Rahmi Turan, Hüseyin Baş, Selahattin Hilav, Ahmet Kahraman, Yavuz Donat gazetede görev alan belli başlı gazetecilerden bazılarını oluşturuyor. Akşam’ın patronu Malik Yolaç ve Ankara temsilcisi İlhami Soysal’ın karşı gelmelerine rağmen bir süre sonra gazetede Çetin Altan’da yazmaya başlar. Fakat basın dünyasındaki çekememezlikler bu gazetede de baş gösterecektir. Bir süre sonra da Doğan Özgüden ve eşi Akşam’dan ayrılırlar.

Bu yıllardan sonra ise onları “Ant Dergisi” çalışmaları içinde görüyoruz. Türkiye İşçi Partisi’nin 2. Büyük Kongresi sonrasında yaşanan kimi olaylar sonucu Yaşar Kemal, Fethi Naci ve Doğan Özgüden haftalık bir dergi yayınlamanın koşullarını konuşurlar. Çok geçmeden aralarında yazılı bir anlaşma yapmadan dergi yayın hayatına başlar. Ant’ın ilk sayısı gereken ilgiyi görür.

İlk altı sayının tirajı 20 bine yakındır. 14 Şubat 1967’de yayınlanan 7. sayı ise satış açısından tam bir hayal kırıklığı olur. Bu sayı, DİSK’in kuruluşuna ayrılır. Sendikayla ve TİP’le ilgili haberler nedeniyle bu sayı ‘parti organına dönüşmüş’ şeklinde eleştiri alır. Bu durum satışa da yansır, dağıtımcılardan dergi iadeleri gelir.

Ant ilk yılını geride bırakırken yayınını sürdürmek konusunda maddi zorluklar içine girer. Bu arada telif hakkı ödenmediği için kuruculardan Fethi Naci kültür sanat sayfasını hazırlamaktan vazgeçer ve dergiden ayrılır. Gerçek Yayınevi’nde yayıncılığa devam eder.

Zorluklar böyle devam ederken yan gelir elde etmek amacıyla Yaşar Kemal’in eşi Tilda Kemal’le ortaklık yapılır ve “Ant Yayınları” kurulur. 14 Mayıs 1968’de dergide Ant’ın yakında kitap yayınına başlayacağı duyurulur. İlk kitap olarak Che Guevara’nın “Savaş Anıları” ve Emile Burns’ün “Marksizmin Temel Kitabı” yayınlanır.

Doğan Özgüden anılarında Halil Lütfi Dördüncü’den de bahsediyor... Daha önceden okumuş olduğum Aziz Nesin’in ve başka bazı anı kitaplarında Dördüncü’den öyle bahsedilirdi ki, “o kadar da olmaz” derdim okuduğum zaman. Fakat Özgüden’in anılarında da öyle şeyler okudum ki, “pes artık!” dedim bir gece yarısı... Elinin sıkı oluşu öyle bir hâl almış ki insan hayret edemeden duramıyor... Aziz Nesin anılarında, yazarların yazılarını mezura ile ölçüp ona göre telif hakkı ödeyen birisinden bahsediyordu. Acaba bu kişi Dördüncü’müydü, şimdi onu pek anımsayamıyorum.

Sanıyorum Özgüden anılarını yazarken Ant dergisi kolleksiyonundan yararlandı. Çünkü, bir süre sonra anılarını kronolojik bir sıralamayla anlatmaya başlıyor ki, bunun da derli toplu bir şekilde oluşu, olayları daha iyi anlamamızı kolaylaştırıyor.

Kitapta, Ant Yayınları’nın yayınlamış olduğu kitapların kapaklarından seçmeler de yer alıyor. Nacizane kütüphanemde bu yayınlardan sadece Kemal Sülker’in “Sabahattin Ali Dosyası” isimli kitabı bulunuyor. Bir okur olarak, o zamanlarda yayınlanmış olan bu kitapların kapak tasarımlarını ilgiyle karşıladığımı yazmak isterim. Kitaptan da öğrendiğimize göre bu tasarımları İnci Tuğsavul-Özgüden yapmış. Bir kitabın içeriğiyle kapak tasarımının bütünleşmesini her zaman bir okur olarak savunmuşumdur. Ve şunu da yazmadan geçemeyeceğim yeri geldiği için: Ülkemizde yayınlanan kitap kapaklarının kompozisyonları Avrupa’da yayınlananlardan daha ileri düzeyde.

Doğan Özgüden kitabında yazar Orhan Kemal’le zaman zaman buluştuğunu yazıyor. Fakat nedense gerekli ayrıntılara girmiyor. Yazmış olsaydı, belki de Orhan Kemal’in başka yönlerini de öğrenmiş olabilecektik. Kitapta Can Yücel’le ilgili bölümleri okurken, zaman bir gece yarısına yaklaşıyordu... Çeviri konusunda söylediklerine gülemeden edemedim. Aslında onunla ilgili anıları olanlar, bunları bir kitapta toplamalı. Şimdiye dek bu yapılmadı, umarım bundan sonra birisi bunları derleyip kitaplaştırır.

1968 olayları Avrupa’dan sonra Türkiye’ye de bir şekilde sıçrar. Üniversitelerde yapılan boykotlar yeni bir uyanışın habercisidirler. O sıralarda Ant’ın kapak başlığı şöyledir: “İşçi gençlik elele!”

Sendikal oyunlar karşı İstanbul’daki Derby Lastik fabrikasını işgal eden işçilere karşı İstanbul Teknik Üniversitesi öğrencilerinden Harun Karadeniz şöyle seslenir: “Bu halkın evlatları olan bizler, halka dönük düzeni kurana dek çalışacağız. Bugün burada sizin yanınızdayız. Gerektiğinde yine geleceğiz ve her hareketinizde sizinle beraber olacağız!”

Ertesi yıl, 1969, Ant Dergisi’ni ve Ant Yayınları’nı birlikte kurdukları Yaşar Kemal ve eşi Tilda Kemal’le olan ortaklıkları sona erer.

Ant’ın son yayını 1 Mayıs 1970’te yayınlanan sayıdır. Bu sayıda Lenin’in 100. doğum yıldönümüyle ilgili yazılar ağırlıktadır. Ayrıca Lenin’in “Doğu’da Ulusal Kurtuluş Hareketleri” kitap olarak yayınlanır. Bundan sonra dergi yayınına aylık olarak “Ant Sosyalist Teori ve Eylem Dergisi” olarak devam eder.

Yayınladıkları Carlos Marighella’nın “Şehir Gerillası” kitabı, içeriğinden daha çok kapağında yer alan üç kurşun deliğinden dolayı toplatılıp dava açılır.

Yayınlar dolayısıyla dava açılması Özgüden’ler için artık alışılagelmiş bir durumdur. 12 Mart’ın ağır koşullarının olduğu dönemlerde Victor Serge’nin “Militana Notlar” isimli kitabını yayınlarlar. Fakat kitap yayınlanır yayınlanmaz hakkında toplatma davası açılır.

Günlerinin büyük bir bölümü haklarında açılan davalar nedeniyle Adliye koridorlarında geçmektedir. Ant’ın son sayısı Mayıs 1971’de yayınlanır. Sıkıyönetim tarafından “Bugün”, “Bâbıâli’de Sabah” gazeteleriyle birlikte Ant’ta kapatılır.

Bundan sonra Özgüden’ler için zor günler başlar. Kıskaç daralmaktadır... Ortak dostları her ikisinin de yurt dışına gitmelerini, Avrupa’da mücadele etmelerinin daha doğru bir hareket olacağına karar verirler.

O tarihten bu zamana dek sürgün olarak Türkiye’den uzakta yaşıyorlar. Yazımın başlığına aldığım Nâzım Hikmet’in ilk kez yayınlanan şiirinin başlığını Özgüden’lere adıyorum.

Ülkesinden uzakta yaşamak zorunda kalan insanlarımızın anılarını çok merak ederim...

Siyasi sürgünlerle ilgili benim hatırladığım şimdiye dek iki kitap yayınlandı. Birisi Ahmet Abakay’ın, diğeri de Emin Karaca’nın. Ki, onlar da 12 Eylül’den sonra ülkeyi terk etmek zorunda kalanlarla yapılmış söyleşileri kapsıyor.

Bir de, 1980 öncesi, belki de daha önceki yıllarda Türkiye’yi terk etmek zorunda kalanlar var. Günün birinde vakit geç olmadan onlarla ilgili de bir kitap hazırlanmasını umuyorum. Bu insanlardan birisi de Fahri Petek’ti. Uzun yıllara varan yurtdışı yaşamı geçtiğimiz yılın 24 Aralık günü sona erdi. Nedendir bilmem, böyle uzun süre yurdundan ayrı kalmış insanlara yanarım... Fakat şunu da yazmadan olmaz. Yazar Şehmus Güzel, Fahri Petek’le yapmış olduğu konuşmaları bir kitapta toplamış. Böylece Petek’in anıları kalıcı olmuş oldu. Daha çok insanımızın anılarını yazmasını umuyorum.

Kitabı yayınlayan Belge Yayınları’nın yıllar boyunca yayınlanan kitaplarında yapmış olduğu hatalar bu kitapta da unutulmamış! Belge’nin yayınladığı/yayınlayacağı bir kitabı dizgi hatasız okumak hayal mi olacak acaba? Baskı öncesi bir kitabın iki-üç kişinin kontrolünden geçmesi sonucu bu tür hatalar pek tabiiki giderilebilinir. Bu kitapta sadece benim dikkatimi çeken 30’a yakın dizgi hatası var!

Bitirirken, Doğan Özgüden’e, birkaç yıl öncesinden haberdar olduğum anılarını yazmasından dolayı öğrenmeye susamış genç kuşaklar adına teşekkür ediyorum. İkinci cildi de beklediğimi saklamıyorum. Olumlu ya da olumsuz bir çok şey yaşanmıştır, bunlar da ileri ki kuşaklara aktarılmalıdır diye düşünüyorum. Kendisine ve İnci ablaya sağlıklı ve uzun ömürler diliyorum.

(*) Nâzım Hikmet’in 1961 yılında Bedri Rahmi Eyüboğlu tarafından Paris’te kaydedilen şiirlerinden birisinin başlığı. Ses kaydı, uzun yıllar saklandıktan sonra Ocak 2011’de Türkiye’de Yapı Kredi Yayınları ve Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından ortaklaşa “Nâzım Hikmet, Büyük İnsanlık, Kendi Sesinden Şiirler“ başlığıyla CD-Kitap olarak yayınlandı.

ozgurgundem
4 Nisan 2011

Üç Gazeteci

Ragıp ZARAKOLU

zarakolu"Burada yerimizde kalacağız" diye başlık atmıştı 15 Eylül 1955 tarihinde Embros (İleri) gazetesi. İstanbul'da Rumca olarak çıkan bir gazeteydi. İstanbul'un binlerce yıllık yerli olan halkı olan Rumların, 6-7 Eylül pogromuna yanıtı bu olmuştu. Ve başyazıda şöyle deniyordu: "BURADA, YERİMİZDE KALACAĞIZ. Kiliselerimizi yeniden yapmak, ölülerimizi gömmek, okullarımızı, işyerlerimizi, evlerimizi toparlamak için... Biz Rumlar düştüğümüz yerden doğrulacak ve yerimizde kalacağız. Doğduğumuz, büyüdüğümüz, dedelerimizin ve babalarımızın 'şimdi kırık dökük de olsa' mezarlarının bulunduğu bu ülkede kalacağız. O kırık mezarlardan, harabeye dönmüş kilise, okul, dükkan ve evlerimizden yeni bir dünya yaratacağız. (...) Bizler bu ülkede ne reayayız ne de rehine. Bizler de bu vatanın evlatlarıyız ve bunu ispat etmek için her alanda çaba sarfediyoruz. Her zaman bu ülkenin kanunlarına saygılı vatandaş olduk ve hep öyle kalmaya devam edeceğiz. Hıristiyanlıktan kaynaklanan manevi değerlerimiz ve kültür birikimimizle, bizden önce her türlü sıkıntıya göğüs gererek burada yaşamayı sürdürmüş olan atalarımızın torunları olduğumuzu göstereceğiz. Ama bu işler ağıt yakarak ve ağlaşarak olmaz. Sesimizi yükselteceğiz ve başımıza gelen bu felaketin gelmemiş olması gerektiğini haykıracağız. Garantilerden ve can güvenliğinden bahsedeceğiz. Bizler bugün hâlâ Rumuz"...

Sınıfsız, imtiyazsız kitle!

Bugün Türkiye'de gerçek demokrat aydınlar çok daha onurlu bir konumda. Ne yazık ki, İstanbul'da pogram yaşandığında, saldırıya uğrayan Rumların yanında tek bir "çatlak ses" çıkmadı.

Herkes "sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitle idi" Kemalist oligarşinin istibdatı altında. Bu noktada DP'si de, CHP'si de hemfikir ve aynı cephede idi.

Ve bu rezil olaydan sonra, olay derin devletin işi olduğu halde, yine sosyalistler, "Salkım saçak asılmak üzere" (Aziz Nesin) buraya Harbiye Zindanı'nın izbe koğuşlarına doldurulmuştu. Bu hücreler yerin altındaydı. Tepenizde askerin nöbet için dolandığı demirden bir mazgal vardı. Buradan kontrol edilirdiniz. Korkunç bir rutubet... Bazılarından açık lağım geçerdi. Yatağa oturmak yasaktı, sabah içtimasından sonra. Kitap yasaktı, gazete de. Bu hücrelerde az insan bunalıma girmedi, intihara kalkışmadı, 1946'da, 1972'de...

Rum gazeteci: Andreas Lambikis

1955 yılında olayların başlatıcısı olan çoğu CHP üyesi, Orhan Birgit de aralarında, Kıbrıs Türktür Cemiyeti yöneticileri ise imtiyazlı aydınlık hücrelerde tutuluyor ve zamanlarını bahçede voleybol oynayarak geçiriyorlardı.

Ama nedense 6-7 Eylül'ü anlatan kitaplarda adı geçmeyen bir de cesur Rum gazeteci vardı, izbe hücreler kısmında tutulan: Andreas Lambikis. Susmayı kabul etmeyen, yurttaş haklarını savunan, eleştirel bir gazeteci. O günün koşullarında "deli" diye nam salmıştı.

Gazetesinin bürosu bütün Rum binaları ile birlikte zaten yakılıp yıkılmıştı. Ama onu susturmak için 6-7 Eylül Olayları'ndan zarar görmesine karşın hiç nedensiz 3 ay boyunca onu Harbiye hücrelerinde tuttular.

Beşiktaş'ta Hrant için adalet talep ederken, çocukluğumun o karanlık günlerini hatırlayıp, keşke o gün de Rumlarla dayanışmak için, "Hepimiz Rumuz" diye bağırabilseydik diye düşünüyordum. Belki daha sonra sıra kimseye gelmez, benzer acıları yaşamazdık.

Bu cesur gazeteci ne oldu diye soracak olursanız, bu gazeteci cesaretle İstanbul Rumlarının kimliğini ve haklarını savunmaya devam etti.

1964 yılında İnönü hükümeti, İstanbul Rumlarının önemli bir bölümünü iki gün içinde kovarak sınır dışı etti.

1965 yılında ise susmayı kabul etmeyen cesur gazeteci Andreas Lambikis, gözaltına alındı. TC yurttaşı olduğu ve burada doğup burada yaşadığı halde, Ürgüplü hükümeti tarafından, Başbakan Yardımcısı Demirel ve tüm bakanların oybirliği ile ve Cumhurbaşkanı Gürsel'in onayı ile iki gün içinde vatandaşlıktan çıkarıldı. Sınırdaki mayın tarlasına bırakılarak, ülkesinden kovuldu.

Türkiye basınından ona sahip çıkan tek bir ses çıkmadı. Ne sağ, ne sol, ne liberal, hiçbir gazeteci meslektaşı onu savunmadı. Lambikis'e sahip çıkmayan Türkiye basını bugün hâlâ kurban vermeye devam ediyor. Herkesin sırası bir gün geliyor.

Erol Güney ve meşhur kedisi

Daha 50'li yıllarda, Lambikis'inkine benzer bir biçimde bir günde, Türkiye'de yaşadığı halde vatandaşlıktan atılan, bir başka gazeteci ise, Erol Güney'di. Ünlü MEB klasiklerinin çevirmenleri arasında yer alan, kedisini Orhan Veli'nin bir şiiri ile meşhur ettiği Erol Güney!

Menderes'in egosunun taşmaya başladığı yine 50'li yılların ortasında, Fransız basınında eleştirel haberleri çıktığı için, Erol Güney, smokinle Ankara Oteli'ndeki bir resepsiyona gittiği sırada gözaltına alınacak, birkaç gün sonra Menderes Kabinesi kararı ile vatandaşlıktan atıldığını ve bunu Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın onayladığını öğrenecekti.

Erol Güney, önce Fransa'ya, sonra İsrail'e gitti ve 90 küsur yaşında yaşamını yitirene dek, dinamik gazeteciliğini sürdürdü. Şalom'da çıkan yazılarını keyifle okurdum. 20 küsur yıl önce Türkiye'ye ilk geldiğinde, "buralara gelme" uyarısı alacaktı. Neyse son yıllarında gelip gitmesine ses çıkarılmadı. Acaba Erol Güney'in kedisi ne oldu diye hep merak etmişimdir. Orhan Veli, karanlık biçimde sokakta ölü bulunmuştu zaten birkaç yıl önce. Ona bırakamazdı. Ölüm nedeni, "Orhan zaten hep sarhoş gezerdi" denip geçiştirilmişti. O sırada sürekli takip edilme fobisi ile yaşıyordu Orhan Veli. Geçenlerde de bir yerlerde 50'li yıllarda Cemil Meriç'in takip tutanakları ortaya çıkmadı mı?

50'li yıllarda ABD'ye McCarthyci karanlık çökmeden çok önce, İnönü rejimi 1945 Aralık'ından itibaren çoktan bu sol düşmanlığını ülkeye musallat etmişti. Ermeni basınından kendi kimliğine sahip çıkan Zaven Biberyan, Yarvent Gobelyan gibi isimler, gazetecilik mesleklerini onurlu biçimde icra etmek için, Beyrut'a gönüllü sürgün gideceklerdi.

40 yıllık sürgün: Doğan Özgüden

Üçüncü vatandaşlıktan atılan gazeteci örneği ise 1980'li yıllardan. Bu yurttaşlıktan atma kararında ise Başbakan Ulusu ve Cunta Başkanı Evren'in imzası vardı. Daha sonra Turgut Özal, ikinci baskısını yapacaktı bu atılmanın.

Mayıs ayında sürgünün 40. yılını kutlayacak olan gazeteci Doğan Özgüden'di bu örnek. (TC Hükümetinin hâlâ ondan özür dileyerek, yurttaşlığını iade etme olanağı var.)

Her üç örnekte de, basındaki meslektaşlarının kılı kıpırdamayacaktı.

Ne zaman işin ucu, o da birazcık, Kemalist medyaya dokundu, ağlaşma başladı.

O zaman rahmetli Sarkis abiyi hatırladım: "Ermeni'yi dövdürmeyecektik!"

Neyse... Basın Konseyimiz hâlâ emin ellerde... Oktay Ekşi, başkanlığı Orhan Birgit'e bıraktı. Kendileri 1945'te meşhur Tan gazetesi baskınını düzenleyenlerin arasındaydı. Demirel, Bozbeyli, Erbakan'ın da orada olduğu söylenir. Orhan Birgit, 6-7 Eylül 1955 olaylarında etkili olan "Kıbrıs Türktür Cemiyeti"nin yöneticilerinden biri olduğu için bir süre tutuklu kaldıktan sonra beraat etti.

ajp
Belçika Profesyonel Gazeteciler Cemiyeti
15 Nisan 2011

Les mémoires d'un "journaliste apatride"
(Bir "vatansız gazeteci"nin anıları)

Mehmet KÖKSAL
(Vice-Président de l'Association des Journalistes Professionnels - Belçika Profesyonel Gazeteciler Cemiyeti Baskan Yardimcisi)

A l’occasion de la Journée mondiale de la liberté de la presse du 3 mai, Journalistes consacre son dossier à la liberté de la presse en Europe : de Stockholm à Rome, en passant par Paris, Budapest ou Sofia. Tandis qu’aux portes de l’UE, en Turquie, des dizaines de journalistes sont emprisonnés ou menacés de l’être. Publié sous le titre "Victimes de la loi antiterroriste" sous la plume de Mehmet Koksal, ce dernier article s'accompagne d'une référence à un livre, publié en langue turque, consacré aux mémoires de Dogan Özgüden, journaliste professionnel qui gère depuis son exil bruxellois le centre d’information non-gouvernemental Info-Turk.be.

Après 57 années de métier, le journaliste professionnel Doğan Özgüden a décidé de mettre sur papier une partie de sa mémoire à partir de son exil bruxellois qui dure depuis près de 40 ans. Ecrit en langue turque dans un style littéraire particulièrement agréable à lire, l'imposant ouvrage de 553 pages retrace le parcours très particulier d'un fils de cheminot passionné par le journalisme et la gauche radicale turque qui sera contraint de fuir la répression et la dictature militaire sans jamais  renier son combat pour les valeurs qu'il veut défendre.

Un constat de colère

Le livre débute déjà par un constat de colère contre cet Etat turc, son appareil administratif, ses extrémistes nationalistes, ses fondamentalistes religieux, ses journalistes pro-régime et ses associations connexes qui ont tenté durant ces quarante dernières années d'utiliser tous les moyens (menaces, diffamation, procès et insultes) pour saboter le travail d'une petite agence d'information non gouvernementale Info-Turk (spécialisée sur la Turquie et les droits de l'Homme,  les pressions sur les médias, la question kurde, les minorités, l'immigration,...) gérée par Dogan Özgüden et son épouse Inci Tugsavul. Les poursuites judiciaires se multiplient à l'égard de ce couple de journalistes condamné à l’exil. Le livre contient rappelle ainsi la notification de la déchéance de leur nationalité turque, qui fut demandée par l'ex-Premier ministre Turgut Özal et envoyée par l'ambassade de Turquie à Bruxelles en 1998 au motif d'avoir perturbé une conférence de presse du Premier ministre turc de passage à Bruxelles.

L'arrivée de la radio dans les villages

Dogan Özgüden replonge ensuite dans son passé pour remonter jusqu'à sa naissance en bordure d'une station de chemin de fer dans la périphérie d'Ankara. Il y rappelle son vrai prénom "Dogangün" (littéralement : "le jour qui se lève") qu'il n'entendra plus que lors des citations devant les tribunaux. Il raconte comment le pauvre ouvrier anatolien des années 30 et 40, ne sachant ni lire ni écrire, faisait quand même une grande "consommation" des journaux imprimés qu'il roulait avec le plus pur tabac de la région.

A travers le récit d'une vie racontée à la manière d'un scénario de long métrage, on découvre aussi un résumé des avancées technologiques qui bouleversent à chaque fois la profession. Ainsi, c'est l'arrivée de la radio dans les villages les plus éloignés qui améliore considérablement l'accès à l'information du grand public. "On avait même une chambre spéciale pour écouter la radio où, une fois que mon père avait fait les branchements énergétiques nécessaires en regardant le mode d'emploi, toute la population de la station de chemin de fer prenait place abondamment pour attendre silencieusement le moment magique. Certains n'hésitaient pas à faire des commentaires du genre 'mais comment est-ce vraiment possible qu'un homme puisse parler depuis Ankara et qu'on puisse l'écouter au même moment ici à travers cet appareil ? Va-t-il utiliser le télégraphe pour nous faire passer le message ?"
Non, tout passera par des fils qui capteront les ondes dans l'air pour les décoder à travers une radio. L'arrivée de la radio balayera quasi l'existence du gramophone (appareil permettant d'écouter un disque) du paysage musical turc.

La narration de grands bouleversements

Özgüden rappelle aussi son attachement spécifique au modèle 1940 d'Hermes Baby (une machine à écrire très populaire utilisée par les journalistes au milieu du XXe siècle). Il raconte aussi comment il arrivait, grâce à la sténographie, à publier les meilleurs comptes-rendus de congrès politiques dans les quotidiens turcs.

La force de l'ouvrage réside dans la narration des grands bouleversements qui ont touché la République de Turquie à travers le vécu d'un simple citoyen et acteurs de terrain. D'un coup d'Etat (1960) à un autre (1970) et encore un autre (1980), Dogan Özgüden arrive à condenser, scénariser et transmettre l'évolution du paysage politique, médiatique et social dans son pays d'origine avec lequel il cultive une relation d'amour-haine toujours inachevée.

Mehmet Koksal

ÖZGÜDEN Dogan, Vatansiz Gazeteci, Cilt 1 - Sürgün Öncesi,
Editions Fondation Info-Turk, 553pp., 2010
http://www.ajp.be/dossiers/doganozguden0411.php


  cumhuriyet2

12 Mayıs 2011

Doğan Özgüden'e Güzelleme

Orhan SUDA

Vatansız Gazeteci'de ilkelerinden hiç ödün vermemenin, çalıştığı her gazetede çalışanların hakkını savunmanın, askeri cuntalara karşı çıkmanın, tam bağımsız bir Türkiye özleminin ve dört dörtlük bir dürüstlüğün simgesi olan Doğan Özgüden'le yüzleşiyoruz.

Kalecik'in Irmak istasyonunda dünyaya gelen ama çok sevdiği ülkesinden otuz beş yıl sonra ayrı düşen Doğan Özgüden'le birlikte inanılmaz bir hayatı yaşamaya başlıyorum sayfalar arasında. Dev bir anı kitabı bu. 1940-1971 döneminin ayrıntılı, nefes kesen, yer yer hüzünlendiren, zaman zaman güldüren, Türkiye'nin önde gelen yazarlarının, politikacılarının çirkinliklerini gözler önüne seren panaroması. Paha biçilmez, bire bir yaşanmış nadir bir tanıklık. Mis gibi bir Türkçe. Pırıl pırıl bir bellek. Cömert, sevecen, korkusuz bir yürek. Rıfat Ilgaz'ın o canım 'Selinti'si hep peşimden geliyor okurken:

'Sen, yedi denizin selintisi/ acımasız karayellerle gelen/ bir kıyıda, yorgun/ kendi çoğalmışlığında/ hep böyle tek başına/ sen, çocukluğum/ erken büyümüşlüğüm/ defnelerce düş gücüm/ yenilmişliğim, direncim/ gelgitlerle sürüp giden/ gün boyu/ iki elim iki cebimde dolaşırken/ çiğnenmemiş kumlar üstünde bulduğum/ son ürünüm, yalnızlığım/ sen, esintilerle gelen yontu/ çakıltaşım/ ölü dalgaların kumlarda unuttuğu.'

Babası demiryolcu. Issız bozkırda geçip giden trenler, karavagonlar. Bir istasyondan bir başka istasyona savrulmalar. Yeni tayin olduğu istasyonda babanın mekân tutma çabaları. Makasçının, yol çavuşunun bebeleriyle kurulan arkadaşlıklar.

Karavagonların raylarda çıkardıkları sesler, çocuk ruhunda bu seslerden oluşan bitmeyen bir senfoni: 'Tik tak da tik tak'taka tiki tak'tik tak da tik tak' taka tiki tak''

Doğa ile sarmaş dolaş bir dostluk. Doğal güzelliklerin verdiği coşkuyla dile gelmiş muhteşem doğa tasvirleri: 'Öğleden sonra dersler bitince kutup seferimiz yeniden başlıyor. Yine karla boğuşarak, uzaktan gelen kurt ulumalarını dinleyerek, düşe kalka istasyonumuza koşuyoruz. Karakış kaç gün sürer, bu meşakkatli okul seferi kaç kez tekrarlanır, sayısını tam olarak hatırlamıyorum. Ama bozkır hep kar, kış değil ki.. Karlar çözülüp de kara toprak yine vahşi kır çiçekleriyle bezendiğinde, sağda soldaki söğüt, meşe, kızılcık ağaçlarının dallarına su yürüdüğünde, göçmen kuşlar, hele de hacı leylekler gökte görünmeye başladığında bozkır bir başka güzeldir. İşte o zaman kilometrelerce uzunluktaki okul yolunu hoplaya zıplaya, çiçek toplayıp dilli düdük yapmak için söğüt dallarını yolarak aşmak tam bir bahar ayinidir. Okul yaşamı, yıllarca toplum dışı yaşamaya mahkûm kalmış biz istasyon bebeleri için sosyal yaşam susuzluğunu gideren bir pınardır.

Dar gelirli ailesinin kaçınılmaz çilesi. Geçim derdi. Tükenmeyen bir okuma tutkusu. Sol kitapları bir biri ardı sıra yutarcasına hatmedişi. Haksızlığın her türlüsüne karşı çıkışı. Kendisini yoksulların, işçilerin, köylülerin sorunlarını bir çözüme kavuşturmaya adaması kişiliğinin temel taşlarını oluşturur.

Yükseköğrenimini hem okuyarak hem de çalışarak bitirebilmenin çarelerini ararken çok hızlı steno ve daktilo yazması ona gazeteciliğin yolunu açıyor. Derken, İzmir'de Ege Güneşi gazetesinde aylık 200 lira ücretle işe başlıyor.

Babasının aylığının iki mislinden fazla bir ücret alacak olmanın sevinciyle doğru eve koşuyor bu müjdeyi vermek için. Bir bayram havası esiyor evde. Helası, mutfağı müstakil bir eve kavuşabilmek demektir bu.

Gerisi çorap söküğü gibi geliyor. Ortaokul, lise çağlarında fizik bilgini olmanın hayalini kuran Özgüden için giderek çok seveceği gazeteciliğin mihenk taşıdır artık. İzmir Sabah gazetesinden Milliyet'e, oradan Akşam'a geçiş. Akşam'ın genel yayın yönetmenliği. Akşam'ın onun sayesinde Türkiye'nin en çok okunan bir gazete haline gelmesi.

İlkelerinden hiç ödün vermemenin, çalıştığı her gazetede çalışanların hakkını savunmanın, askeri cuntalara karşı çıkmanın, tam bağımsız bir Türkiye özleminin ve dört dörtlük bir dürüstlüğün simgesi olan Özgüden, uzun yol arkadaşı İnci Özgüden'le birlikte Ant dergisinin ve yayınlarının da yaratıcısı.

Hakkında açılan onlarca davanın, ölüm tehditlerinin usandırıcı baskısı, polis baskınları ve daha bir sürü engeller yurtdışına çıkmak zorunda bırakır bu çilekeş iki basın incisini.

Onu sevenlerin de, sevmeyenlerin de, görüşlerine katılmayaların da ibretle, dikkatle okuması gereken bunca önemli bir anı kitabı Vatansız Gazeteci'nin ikinci cildinin yurtdışı serüvenine nasıl bir boyut kattığını göreceğiz.

Vatansız Gazeteci/ Doğan Özgüden/ Belge Yayınları/ 560 s.

sanat cephesi

Nisan 2011

Doğan Özgüden’in ‘Vatansız’ Gazeteci Kitabı Üzerine

Sırrı Öztürk

Doğan Özgüden (D.Ö.) anılarını ‘Vatansız’ Gazeteci, Cilt: I, (Sürgün Öncesi) adıyla Belge Yayınları, Aralık 2010 tarihinde yayımladı. Bize de göndermek inceliğini gösterdiği kitabını ayrıntılı ve özenle okuduk. Kendisini ve mücadelesini zaten yakından tanıyorduk.

D.Ö. 12 Mart 1971 askerî faşist darbe döneminde TC tarafından vatandaşlıktan çıkarılan insanlarımızdan biridir. 38 yıllık sürgün hayatını eşi İnci ile birlikte Belçika’da oluşturduğu ajans aracılığıyla sürdürmektedir. Kızılbaş geleneğine göre söylenecekse; “Kalemleri düzgün çizilmiş eşler” olarak düşünce-davranışlarına uygun olan bir hayatı bilinçle seçmiş ve sürdüregelmiş nadir insanlarımızdandırlar.

D.Ö.’i I. TİP’in örgütlendiği 1962 yıllarından beri tanımaktayız. Anılarında gazeteciliğe nasıl başladığını, hangi ilkesel amaçlarla bu mesleği sürdürdüğünü oldukça objektif biçimde anlatmıştır. İlerici, demokrat, devrimci, sosyalist ve Marksist kadrolar da onları bazı eleştirel katkılarıyla böyle tanımaktadır.

D.Ö. nasıl bir aileden geldiğini, düşünsel, ideolojik, politik, örgütsel bilincini hazırlayan aile kökenlerini, onların serüvenlerini, sosyal sınıf aidiyetlerini de oldukça doğru biçimde anlatmıştır. Anılarını okudukça, “İşte D.Ö.’i hazırlayan süreç ve maddî zemin budur.” ifadesini rahatlıkla kullanabilirsiniz.

1960-1971 dönemlerinde ilerici kimlik ve kişiliğinle Babı-ı Ali’de gazetecilik, yazı işleri müdürlüğü ve yönetmenliği gibi bir görevi yapmanın hangi manaya geldiğini herkes anlayamaz. Günümüzdeki basın-yayın faaliyetleri genellikle tekelci sermayenin baskısı ve sömürüsü altındadır. Bu türden bir tekelci kuşatılmışlık ortamında D.Ö. cinsinden yüzde yüz bağımsız, yüzde yüz emekten ve emekçilerin sosyal-evrensel kurtuluşundan yana bir gazeteci tipolojisine rastlamak oldukça zordur. Hatta yoktur da diyebiliriz.

D.Ö. bağımsızlığına kıskançlıkla bağlı oluşu, kendi gündemini oluşturmadaki özenli çabaları, o günkü bilinci ve gazeteci kimliği ile “İlerici-devrimci harekete nasıl yararlı olabilirim” kaygısıyla hareket ettiğini, ekmeğini kazanırken eğilip bükülmediğini, kalemini sermaye sınıfına satmış ya da kiralamış olan gazeteciler elbette anlamazlar. Anlayıp anlamayışları konusunun tartışılması bir yana, çoğunlukla da  anlamazlıktan gelirler.

D.Ö. anılarında; gazeteci patronların kimlik ve kişiliklerini, varsa yeteneklerini, siyasal-ekonomik çıkar ilişkilerini, çeşitli bağlantılarını ve hırslarını oldukça doğru tasvir etmiştir. Onların portrelerini maharetle çizerken kendileriyle mesleği gereği bazı ilişkileri ve diyalogları olan gazeteci, yazar, çizerlerden; Rıfat Ilgaz, Çetin Altan, Yaşar-Tilda Kemal, Aziz Nesin, İhsan Ada, İlhan-Turhan Selçuk, İlhami Soysal, Mahir Kaynak gibi kişiliklerin Bab-ı Ali’deki tavırları, onların düşünce-davranışları, kişilik zaafları, kırgınlıkları vb. hakkında da oldukça önemli ve yararlı ipuçları verilmektedir.

D.Ö. anıları bu türden örnekleriyle de yakın tarihimizdeki basın-yayın faaliyetlerinde kimi rol ve sorumluluklar alanların tüm konumlarını öne çıkarıyor. Sergiliyor. Kitabının ayrıntılı okunmasını, üzerinde yoğunlaşmayı, incelemeyi ve dönemin özelliklerini kavramayı, ilerici-devrimci  geçinenlerin kişisel ve düşünsel zaaflarını öğrenmeyi sağlıyor.

D.Ö. kendi gazetecilik algısına göre ve çok zarif biçimlerde bu kişilikleri okura tanıtıyor. Birilerini incitmemeye özel bir özen gösteriyor. Bizler gibi birilerinin ilericilik, solculuk  iddialarını sorgulamayı, hesaplaşmayı, açığa vurmayı öne çıkarmıyor. D. Ö. kitabı elbette bir kavga kitabı değil.

D.Ö. kendisinin de rol ve sorumluluk üstlendiği, 13 Şubat 1962 tarihinde kurulan I. TİP içindeki aydın kavgalarının, tartışmaların odağına girmeyerek bağımsız bir duruş sergilemiştir. TİP içindeki Aybar, Boran, Aren, Sargın hizipleşmelerinin yanında ya da karşısında değil, TİP’i TİP yapma kaygılarıyla hareket etmiştir.

Yayımladığı ANT dergisinde de kendi meşrebine uygun bir tarz-ı siyaseti izlemiştir. TİP’de asla bilimsel olmayan SD ve MDD tartışmalarında da taraf olmamıştır. Öğrenci gençliğin başını çektiği ve kuruluş sırasıyla; TİİKP, THKO, THKP-C, TKP/ML, DDKO türünden örgütlemeler hakkında da gazeteciliğinde gözettiği “nesnel gerçekliği” yansıtma ölçüsünü kullanmayı yeğlemiş / denemiştir.

Sınıf mücadelesinin belirleyiciliğinin farkında olarak işçi sınıfı hareketinin yeni nitelikler kazanmasını arzulamıştır. İşçi sınıfının sendikal birliğini gerçekleştirmeye aday DİSK’in sendika bürokratları ile yakın ilişkilere girmiş, dönemin ses getiren grev, direniş, yürüyüş, fabrika işgali gibi eylemleri gücünce desteklemiştir.

(Yazinin devami için: http://www.sanatcephesi.org/SC/277/dogan_ozguden’in_‘vatansiz’_gazeteci_kitabi_uzerine/ )

YERELCE

11 Ekim 2011

‘Avrupa Acı Vatan, Kimine Hiç Gülmeyi…’

Nusret ÖZGÜL

Aranızda kaçınız ‘Türk Mahallesi’ diye adlandırılan Schaerbeek ’in geçmişteki lâkabının « Eşekler Semti  » olduğunu bilir ?

Şimdi öküz altında buzağı arayanlar çıkıp da hemen ‘bu herif lafı Türklere ‘eşek’ demeye getiriyor’, kötü yürekliğine sapmasın !

Hâşâ…


70’li yıllarda bir gazete haberinden öğrenmiştim. « Eşekler Parkı » veya Parc Josaphat gerçek ismiyle anılan yeşil alanda bir akşam yükselen « anırtılar »dan rahatsız olan çevre sakinlerinin şikâyeti üzerine « baskın » yapan polis, bir gurbetçiyi dünyanın en güzel gözlü hayvanı diye adlandırılan bir merkeple « hasret » giderirken bulmuş ! Basın da dalgasını geçiyordu haber yaparak… Gurbetliğin, gurbetçiliğin ne kadar zor olduğunu ne bilsin kaleme alan !

Gurbetin yarım asra vuran yakın tarihinin her sayfası ayrı bir öyküdür aslında !

İşte bu zaman diliminin 40 yılını ana hatlarıyla anlatan, kimi vakit tebessüm ettiren, bazen göz buğulandıran, « dostlar  sofrası »nda ihanetin ve güvensizliğin hangi noktaya kadar varabileceğini gösteren ve de sıkça isyan ettiren bir kitap okudum. Benim de gurbetteki 40 yılım ile örtüştüğünden olmalı acı-tatlı anılar tazelendi, bildim sandığım bilmediklerimi öğrendim. Çoğu izlenim ve bilgimi teyit ettirdi bu kitap…

Meslekte sıkça yinelenen bir söz vardır ; ‘Gazeteci olunmaz, gazeteci doğulur !’. Şahsen gazeteci « Doğan »lardan olma şansına erişemedim, sonradan olmaya çalıştım, olabilme çabasını da hâlâ durdurmuş değilim. Zira, sürekli değişim sürecine ayak uydurmak zorundadır bir ‘muhabir’ ! Kendimi hep bir muhabir olarak gördüm, taşıdığım ‘Profesyonel Gazeteci Kartı’nda gazeteci yazsa da, muhabir kavramını yeğledim.

Kitabı yazan ise gazeteci « Doğan »lardan…

Bir başka söze göre de ‘Mücadele adamı, kadını olunmaz, doğulur !’. Kitabın yazarı ve önsözü kaleme alan eşi, hayat arkadaşı, sırdaşı, omuzdaşı, vurulmasın diye arkasında « kalkan » oluşturmak için yürüyen de işte yine bu kategoride « Doğanlar »dan. Kimimiz bir başağrısını bahane edip, işten kaytarma yollarını araştırırken, her türlü zor sağlık ve yaşam koşullarında böylesine denli ve çok yönlü bir mücadeleyi sürdürebilmek herkesin harcı olmasa gerek ! Mücadele adamı veya kadını doğmamış ise…

Kitap, 1.Cildin devamı ! Türkiye yıllarından sonra, « Vatansız » Gazeteci’nin sürgündeki günlerinin kronolojik bir tür muhasebesi. Tam 40 yıl ! Dile kolay. Şahsen o 40 yılın gerilimli, sinirli, yıpratıcı ortamının yükü ve ağırlığı omuzlarımı çökertmiş kimi sağlık sorunlarımı tetiklemiş ve « hapishane hücresi » büyüklüğündeki ev ofisimden çalışmaya mecbur kılmışken beni ; gazeteci ve mücadele adamı, kadını « Doğanlar » nazar değmesin yıllara gülüp geçerek yollarında sapma yapmadan durmaksızın ilerliyorlar. Kolay iş olmasa gerek. Üstelik aramızdaki yaş farkını da dikkate alırsak 13 yıl genç  olmama karşın ben tökezlerken, onlar önlerindeki engelleri tekmeleyerek, umursamadan ilerliyorlar.

Evet aslında kimimize göre bir « Yaşam Öykü »sü olsa da, hem Türkiye insanlarının göç tarihine, hem de Türkiye Solu’nun sayısız zorluklarla geçen, meşum olaylarla dolu o yarım asırdan fazla yakın tarihine ders niteliğinde notlar düşen bir kitap. Öyle ki, 525 sayfalık 2.cilde sığmadığından dolayı bilgisayar ortamında arşivlenen  eklemelerin yanısıra 40 yıllık « Avrupa Sürgünü »nün bütün arşivi Amsterdam’daki Uluslar arası Sosyal Tarih Enstitüsü – IISG ’de araştırmacılara veya ilgilenenlere açılacak !

Evet, Âşık Veysel’in ‘Uzun İnce Bir Yoldayım, Gidiyorum Gündüz Gece’ dizelerini benimsemiş 46 yıldır birlikte mücadele veren bir çiftin öyküsü bu. Önyargılı, peşinhükümlü olsanız, fikir ve düşüncelerini paylaşmasanız ve hatta « Vatan Hain »i sınıflandırmasına sokanlardan da olsanız okumaya değer bir kitap ! Herkesin kendisinden bir şeyler bulacağından eminim ! 1974 « Turist Affı »ndan yararlanmak için Kıbrıs Müdahalesi/Barış Harekâtı’nı protesto etmek için « komünistler »ce düzenlenen yürüyüşe katılıp Türkiye aleyhine slogan atan, pankart taşıyan ama düzenleyenlerin ideolojisiyle yakından uzaktan ilişkisi bulunmamasına karşın sırt oturma ve çalışma izni alacağı umuduyla geçici olarak ruhunu « satan » ve de « Vatan Hainliği » yapan gurbetçiler veya o neslin çocukları, çocuklarının  çocukları, torunları da dahil olmak üzere ! Onlar bugün Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı kimliğiyle « özgürce » dolaşırlarken ; kitabın yazarları o kuşağın günümüzün gençlerine hedef gösterilmeye devam ediyorlar. Polis koruması altında yaşamaya mecbur kılınıyorlar. Türkiye’ye sokulmuyorlar ! « Dönekliğin » günümüzde moda/yaşam tarzı, kazanç kapısını açan anahtar olduğu bir sırada onlar, inançlarından hiçbir taviz vermeksizin yollarında sapma yapmaksızın yürüyorlar.

Kitabı okurken, gerilere gidip, günümüzde erişilen noktalarla kıyaslama yaptığımda, İnci ve Doğan Özgüden çiftinin Türkiye Cumhuriyeti’nce « kucaklanarak » ödüllendirilmesi gerektiğini düşündüm !

Neden mi ?

« Eşekler Diyarı »na pardon semtine Nasrettin Hoca ve eşeğini, Karagöz ve Hacivat’ı ilk sokanlar onlar !

Çok kültürlü toplumun, kültürler arası diyalogun temelini Güneş Atölyeleri ile Belçika’da ve hatta Avrupa’da ilk atanlar onlar !

Medeniyetler arası çatışmalara ilk direnenler onlar !

Önce ‘Yerel’ ardından ‘Ulusal’ seçimlerde Belçika Türk’üne seçme ve seçilme hakkı verilmesi mücadelesini başlatanlar arasında yer alıp, amansız bir mücadele sonucu günümüzde varılan olumlu noktaya harç atanlar da onlar !

Türkiye’de gerçek bir demokratik ortam ve geniş özgürlükler tesis edilmesi için mücadeleyi Avrupa’da tek başlarına başlatanlar da yine onlar !

Türkiye’nin iktidar olmuş partilerinin milletvekilleri asker « vesayet »ini, darbeleri Avrupa’nın demokratik, ekonomik, siyasî kurum ve kuruluşlarında « savunurlarken », yanlış yolda olunduğunu belgeleriyle, kitaplarıyla, bültenleriyle, basın bildirileriyle, söylemleriyle göstermeye, kanıtlamaya çabalayanlar da onlar !

Kürt’ü « Kart-kurt » diye tanımlayanlar, kürt olmalarına karşın, devletin çeşitli baskıları, yıldırma politikaları ve hatta tehditleri yüzünden itiraf etmekten çekinenler mevcutken, daha Türkiye’nin gündemine tam oturmamışken, Kürt Sorunu’nun çözümünün zorunlu olduğunu savunanlar yine onlar !

Yoksa, İnci ve Doğan Özgüden aslında « AKP »li mi ? Öyle ya mevcut iktidar bugün aynı söylemlerle yola çıkmadı mı, çözümler üretmeye çalışmıyor mu ?! İlerlediği yol ile, Özgüdenlerin çizgisi koşutsallık niteliği taşımıyor mu !

Yoksa, İnci ve Doğan Özgüden özellikle mi siyasî sürgünde yaşamaya mahkûm kılınıyorlar ?! Çalışmalarıyla iktidardan daha fazla etkili olduklarından dolayı !

Kaderin cilvesi olmalı ; bir şiirden dolayı hapse girip çıkan bir siyasî bugün hükümetin başı ve « militarist düzen »e karşı mücadele veriyor görünümünde, eskiyle hesaplaşıyor izlenimi yaratıyor ; İnci ve Doğan Özgüden siyasal sürgünde ! Özgüdenlere âdeta « vur » emri çıkartan, Türkiye Cumhuriyeti’nin Belçika Kraliyeti nezdindeki eski büyükelçisi ise bugün, iktidarın başının dışişleri danışmanı, Özgüdenleri « Türk »e karşı koruyan da Belçika !

Ruhi Su bir türküsünde ‘Avrupa Acı Vatan, Adama Hiç Gülmeyi…’ diyor. ‘Avrupa Acı Sürgün, Özgüdenlere Hiç Gülmeyi…’ diye mi çevirsek acaba !

 
©Nusret Özgül

Brüksel, 11 Ekim 2011


  cumhuriyet2

17 Kasım 2011

Doğan Özgüden'in "Acı Vatanı"

Orhan Suda

"Uzun ince bir yoldalar. Gidiyorlar gündüz gece"  Dur durak bilmeden. Kimseden, hiçbir baskıdan, zulümden, hapislikten çekinmeden. Bütün zorluklara, iftiralara, yıldırmalara göğüs gererek…

Belçika toprağına Birleşmiş Milletler’in tanıdığı siyasal mülteci olarak resmen ayak bastıkları 1974’den beri, yani tam 37 yıldır bitmeyen bir çile: Almanya’dan sınır dışı edilmeler, Fransa’nın boyuna vize engeli çıkartması, Belçika vatandaşı olmak için başvurularının insanlık dışı gerekçelerle reddedilmesi, ve sonunda, Avrupa’nın onlara "ACI VATAN" olması…

Onlarca cilte sığmayacak, muhteşem, onurlu bir ömrün bu 2. cildinde (*) Doğan-İnci Özgüden’le birlikte yaşıyor gibiyim.

Önsöz bir nefaset: saçları  artık iyice ağarmış İNCİ’den. Uğruna baş koyduğu bir davası var, bir de can yoldaşı Doğan Özgüden:

"… Yüreğim kabarık. Doğan her an bir saldırıya kurban gidebilir. Aynı korkuyu ülkemizde de yaşamıştım. Kazancı yokuşundaki evimizden ya da Başmusahip sokaktaki Ant Bürosundan her çıkışımızda, garip bir içgüdüyle, hep Doğan’ın arkasında yürümeye çalışırdım, arkadan gelebilecek hain bir kurşundan koruyabilirim diye. Sanki bacak kadar boyumla bu saldırıyı önleyebilirmişim gibi…

Yaşadığımız tüm zorluklara, geçirdiğimiz ve hâlâ da geçirmekte olduğumuz uykusuz gecelere rağmen mutluyuz ve umutluyuz…’’

Onları dipdiri tutan bu umuda sayfaları her çevirişinizde tanık oluyorsunuz. Sürgünün ilk yıllarında,  kelimenin tam anlamıyla,  bir kaçgöç oyunu içinde buluyorlar kendilerini. Yıllarca sürecektir bu kaçgöç. Yanısıra parasızlık. Ve bir banyo yapabilmenin, kirlerinden arınmanın özlemi…

Doğan kendi başından geçenleri,  İnci ile birlikte yaşadıklarını anlatırken Avrupa’nın son kırk yıllık güncel tarihine de ışık tutuyor. Başvurdukları bütün kapıların nasıl yüzlerine kapatıldığını,  Bruxelles’deki Türk elçiliğinin kendileri hakkında nasıl bir iğrenç karalama yürüttüğünü belgeleriyle ortaya koyuyor.

Avrupa’nın İlerici, demokrat, sosyalist dostlarından gördükleri desteği, sürgündeki türk dostlarının: Ataol Behramoğlu’nun, Necmiye Alpay’ın, eski TİP yöneticileri’nden Feridun Aksın çiftinin,  onların yanı sıra,  Türkiye’deki vefalı dostlarının yardımlarını, buna karşılık, "parti önderleri"nin, özellikle de Behice Boran’la Nihat Sargın’nın uyguladıkları yüz kızartıcı bir "tavşana kaç tazıya tut" politikasının ibret verici tablosunu çiziyor. Kendi evlerinde üç ay misafir edip ağarladıkları Behice Boran’dan gördükleri vefasızlık gerçekten yürek burkutucu.

Ama ne gam, sabah gün doğarken kalkıp gece yarılarına kadar büyük bir azimle çalışmaktan geri durmuyorlar. Akıl almaz bir çalışma bu: Cunta rejiminin iç yüzünü gözler önüne seren İnfo-Türk’ün kurulması. Fransızca, Türkçe, İngilizce, Hollandaca aylık yayının her yana ulaştırılması. Ve de her milletten sayıları binleri bulan göçmenleri eğiten, onlara Fransızca,  Türkçe okuma yazma öğreten, resim, dans, müzik alanında yetişmelerini sağlayan ve sonunda Avrupa’nın en saygın eğtim merkezlerinden biri olarak ödüller alan Güneş Atölyeleri’nin doğuşu. Burada saz ve Türkçe dersleri veren İnci Özgüden’in olağanüstü başarılı çalışmaları.

Birbiri ardı sıra nükseden hastalıkları umursamaksızın, boş zamanlarını ellerindeki bütün müzik kayıtlarını tarayıp klasik Batı müziği, ta Orta Asya’dan,  Anadolu’ya,  Balkanlar’a uzanan ne kadar  müzik türü varsa bunları plaklara kasetlere aktararak son derece önemli bir müzik arşivi oluşturmaları. Bütün bunları kotarmak, kısır siyasal çekişmelerde nefes tüketmeden, gerçek dostuklara  daha fazla zaman ayırabilmeyi de sağlayacaktı.

"... En azından,  dostlarımızın 'bunları ne zamana kadar kullanabiliriz, ne zaman sıkılmış bir limon gibi atabiliriz' türünden art hesaplar kurmadan bizimle beraber olduklarından emindik.  Böylece sağlıklı bir ortamda yıllardır sürdürdüğümüz mücadeleye artık yeni bir ivme kazandırabilecektik" diyor 362. sayfada.

"VATANSIZ GAZETECİ" hem ülkemizin kırk yıllık siyasal,  sosyal olaylarını geniş ve eleştirel bir  bakış açısından gözler önüne seren, hem de "ACI VATAN" Avrupa’da yaşananlara bire bir tanıklık eden paha biçilmez bir anı kitabı. İlk yazımda da belirttiğim gibi, Doğan Özgüden’i sevmeyenlerin, onun görüşlerine katılmayanların da dikkatle okumaları gereken vazgeçilmez bir başvuru kaynağı.

Okumaya başlamaya görün,  sayfaları devirdikçe insanca yaşamanın, bencil hesapların buzlu sularında debelenmeye sırt çevirmenin, ülkesini sevmenin, doğru bildiğini savunmanın,  bu uğurda bütün belalara gögüs germenin mücadelesini veren bu iki insanı: Doğan Özgüden’le İnci (Tuğsavul) Özgüden’i dostça kucaklamak isteyeceksiniz.

 Bu yazıya son vermeden önce Doğan Özgüden’in 45. sayfada dile getirdiklerini birlikte tekrar tekrar okuyalım:

"... Sabahın saat 11’i... Pencereden bakıyorum. Sisler arasından kilise kuleleri yükseliyor. Demiryolunun kenarında Yahudi Sinagogu. Metro çıkışında Laikler Lokali... Ve Scherbeek’in, Saint-Josse’nin ana caddelerinde, ara sokaklarında camiler,  mesçitler... Hepsinde de,  ister Arapça, ister Türkçe olsun, tartışılmaz Tanrı buyrukları...     

Yıllardır ırkçılığa, yabancı düşmanlığına karşı birlikte mücadele verdiğimiz Belçikalı, Ispanyol,  İtalyan, Yunan, Asuri, Ermeni arkadaşlarımızın dost gülümseyişlerini hatırlıyorum.

Dün akşam  ‘gavur sofrası’nda beraber olduğum güzel insanları düşünüyorum. Gözlerim buğulanıyor, içim burkuluyor... 2000. yılınız kutlu olsun diyorum. Kutlu olsun 3000. yılınız, 5000. yılınız,  7000. yılınız.

Yaratıcı insanoğlu 2 milyonuncu yılın kutlu olsun!"

* Vatansız Gazeteci, 2. Cilt, Avrupa Baskısı



Aralık 2011

Doğan Özgüden’in anılarının ikinci cildi de yayınlandı
 
Koray Düzgören

40 yıldır Avrupa’da siyasal sürgün olarak yaşayan ve  75 yıllık yaşantısının 60 yılını, kendi ifadesi ile “gazetecilik ve sosyal, siyasal kavgalarla içiçe” geçirdiğini söyleyen Doğan Özgüden’in anılarının ikinci cildi de Kasım ayının başında yayınlandı. 

‘Sürgün öncesi’ başlığını taşıyan  anıların birinci cildi, 1936 yılında 12 Şubat günü Kalecik’in Irmak istasyonunda doğuşu ile başlıyor. Babası bir demiryolu emekçisi olduğu için çocukluğu Anadolu’nun ücra köylerinde, köy bile olmayan istasyonlarda geçiyor.

1938-1971 arası zorlu, çalkantılı, acılı Türkiye yılları.

Çok zor koşullarda geçen çocukluk ve gençlik yıllarından sonra genç yaşta biraz da şartların zorlaması ve tesadüfler sayesinde gazeteciliğe adım atması ve hızla ülkenin önemli bir gazetecilerinden biri olması, olurken de emekten ve özgürlüklerden yana tavır koyup kendisini bu mücadelenin içinde bulması, hep bu yıllar içinde gerçekleşiyor.

Daha sonra Türkiye basın  tarihinde hep sol, emekten yana günlük kitle gazetesine örnek gösterilen ve belki de türünde hala tek örnek olmayı sürdüren Akşam’ın genel yayın yönetmenliği. Akşam’dan ayrılmak zorunda bırakıldıktan sonra İnci Tuğsavulla birlikte, yine türünde belki de tek örnek olan “sosyalist mücadele” dergisi Ant’in yayıncılığı, hep bu yıllar içinde gerçekleşiyor.

1960 darbesi ve 12 Mart darbesine giden çalkantılı yıllardaki koyu bunalım ve baskı döneminin saldırıları sonucu 11 Mayıs 1971’de Türkiye’den ayrılmak zorunda kalış ve aynı tarihte başlayan sürgün yılları.

‘Sürgün yılları 1971-2011’ başlığını taşıyan ikinci cilt işte bu tarihten günümüze kadar geliyor.

40 yıldır süren bu süreçte Doğan Özgüden ve onun hem dava hem de hayat arkadaşı İnci Tuğsavul yine beraberce ülkelerindeki faşist, militarist rejime, insan hakları ihlallerine karşı mücadelelerini yaşadıkları ülkelerdeki ayrımcılığa ve ırkçı yaklaşımlara karşı da çıkarak hız kesmeden sürdürüyorlar.

İkinci ciltte hem bu mücadeleleri hem de bu mücadele içinde zaman zaman yer alan ama zaman zaman da  çeşitli gerekçelerle bu süreçlere ters düşerek savrulan birçok ünlü politikacıyı, sanatçıyı, gazeteci ve yazarı da Doğan Özgüden’in kaleminden bilinmeyen yanları ile tanımak fırsatı buluyoruz. 

Ama bana kalırsa Özgüden bu ünlülerle ilgili herşeyi yazmamış. Bu yazılmayan ayrıntıları başka bir kitapta okumayı çok isterim.

Avrupa’daki Türkiyeli sürgünlerin, sürgün gazetecilerin ağebeyi, büyüğü, duayeni olan Doğan Özgüden ikinci cildin arka kapağındaki tanıtım yazısında şunları söylüyor:

“Bu ikinci cildi yazarken Avrupa'daki en yaşlı siyasal sürgünümüz sevgili Fahrettin Petek 2011 yılı başında Paris'te, komünarların yattığı Père Lachaise Mezarlığı'nda son yolculuğuna uğurlandı. 12 Eylül sonrası sürgünleri Yılmaz Güney ve Ahmet Kaya gibi…Onları ve onlar gibi siyasal sürgündeyken de savaşan ve arkalarında eserler bırakan tüm siyasal sürgünleri düşünüyorum.

Dahası, Osmanlı'nin ve Türk Devleti'nin yerinden yurdundan ettiği çeşitli kökenlerden ve inançlardan yüzbinleri…Sürgün yaşamımızda hep beraber olduğumuz, acıları ve sevinçleri birlikte paylaştığımız Kürt, Ermeni, Asuri-Keldani, Grek dostlarımızı...

Ve en üretken yaşlarında Avrupa sermayesine satılarak yurdundan kopartılan Türk işçileri, Türk köylüleri.Onların acı vatan Avrupa'da doğmuş, büyümüş çocukları, torunları.

Afganistanlı, Arnavut, Angolalı, Azeri, Berber, Bolivyalı, Bosnalı, Brezilyalı, Bulgar, Burundili, Cezayirli, Faslı, Ganalı, Gineli, Hırvat, İranlı, Kamboçyalı, Kolombiyalı, Kongolu, Meksikalı, Nepalli, Pakistanlı, Perulu, Ruandalı, Rus, Sırp, Somalilı, Sudanlı, Suriyeli, Tibetli, Tunuslu, Uruguaylı kardeşlerim.

Sizler, Nazım'in büyük insanlığının çocukları…

40 yıllık sürgün tek başına zor, acılı.

Ama sürgün sizlerle güzel, sizlerle umut dolu…”

Gerçekten de öyle Doğan abi. Sürgün bizim için de biraz senin sayende güzel, umut dolu. Senin çalışma tempona, azmine ve sağlam duruşuna bakıp hayıflansak da yine de sana yetişmeye gayret ediyoruz.

evrensel3

12 Aralik 2011

‘Vatansız Gazeteci’ ve ‘Tanıklıklar’

Bülent Habora

Yaşamımın büyük bir bölümü Cağaloğlu’nda geçti, onun bir bölümü de Başmusahip Sokak’ta, Tan Apartmanı’nda.
Tan’dayken birçok dostum, arkadaşım oldu, hem han sakinlerinden, hem de dışarıdan gelenlerden.

Handa matbaalardan yayınevlerine kadar birçok işyeri yer almaktaydı. Bunlardan biri de Ant Dergisi ve Yayınlarıydı. İnci ve Doğan Özgüden, zamanla bazıları değişen arkadaşlarıyla birlikte dergicilikle yayıncılığı birlikte yürütüyorlardı. Kadrolarında yakın arkadaşlarım, dostlarım, hatta bir akrabam bile vardı. Ama aralarında Osman’ın ayrı bir yeri vardı.

O günler çok karışıktı. Hele 12 Mart despotları ülkenin yönetimine el koyduktan sonrası… Yayınevlerinin kişilikleri açısından sürekli polislerin, askerlerin gözetimi altındaydı Tan Apartmanı. Öylesine ki, her yeri kontrol etmenin dışında, bodrumda bulunan binanın ana çöp tenekesini bile araştırırlardı, sanırım bir açık yakalamak için… Bir gün iş üstünde yakaladım polisleri. Bodrumdaki tuvaletin hemen yanındaki çöp tenekesini boşaltmışlar, didik didik arıyorlardı. Polislerden biri, “Ant’çıların attıkları çöplerden, kağıtlardan çok şey çıkıyor, ama Habora’dan birşey yok,” dedi. Güldüm, “Ben Doğan Ağabey gibi çöpe atmıyorum, büroda yakıyorum,” dedim. Sonra ekledim: “Hatta yaktıklarımı da eziyor, toz haline getiriyorum. Çünkü yıllarca önce sizin Kumkapı’daki Kriminalistik bölümünüzde yaptığım bir röportaj sayesinde öğrenmiştim, yanan kağıtlardaki yazıları bile okuyan aygıtlarınız vardı…” Neyse…

12 Martçılar baskılarını iyice arttırmışlardı. Özellikle Ant üzerinde. Çünkü çok korkuyorlardı, onlardan.

Bir süre sonra İnci ve Doğan Özgüden Türkiye’yi terk etmek zorunda kaldılar. Taaa Gece Postası günlerinden tanıdığım Doğan Özgüden artık Türkiye dışındaydı. Üstüne üstlük bir de “Vatansız” yapmıştı T.C. kendisini…

İşte “Vatansız Gazeteci” (Belge Yayınları, İstanbul, 2010) başlıklı kitabı sürgün öncesi yıllarını anlatıyor. Özenle okudum kitabı. Sevgili Orhan Suda Ağabeyim söylediklerinde haklıydı: “Okumaya başlamaya görün, sayfaları devirdikçe insanca yaşamanın, bencil hesapların buzlu sularında debelenmeye sırt çevirmenin, ülkesini sevmenin, doğru bildiğini savunmanın, bu uğurda bütün belalara göğüs germenin mücadelesini veren bu iki insanı: Doğan Özgüden’le İnci (Tuğsavul) Özgüden’i dostça kucaklamak isteyeceksiniz.” (Cumhuriyet Kitap eki, 17.11.2011)

sehmus

24 Aralik 2011

Hediye Kitap

M. Sehmus Güzel

Yeni yıl yaklaşıyor. Herkes, veya herkese yakın herkes, köşe bucak, dükkan, pazar, süpermarket, alçak-market, hediye arıyor. Elbette hediye vermek alışkanlıkları ve böyle sevimli bir işi yapacak olanakları olanlar. Ama gelin açık konuşalım, bugün hediye sunmak, sevdiğimiz birini memnun etmek, gönül almak için bütçemizi yerle yeksan etmemiz de şart değil. Kimse de bizden veya sizden böyle bir şey istemiyor. İşte bir kutu kibrit veya iki yüz gram leblebi, üç portakal veya beş muz. Bir ekmek ve bir kitap öncelikle ama. Evet bir ekmek ve bir kitap mutlaka. Evet evet kitap hediyelerin en iyisi olabilir. Kitaplar çünkü her bütçeye uygun fiyatlarıyla herkese ve her keseye fazla yük olmadan hediye verilecekleri memnun etmeye aday en cici şeylerdir. Kalıcı olmaları da çabası.

Noel kutlayanlar için ise 24 Aralık son gün : Çocuklara, sizinkilere ve akrabalarınkilerine, hediye almak için son saatlerdeyiz. Hatta kimi açıdan uzatmaları oynuyoruz. Yılmaz Güney’in başka bir konuda söylediği gibi « tedbiri elden bırakmayanlar » için değil, ama yumurtanın kapıya gelmesini bekleyenler için evet uzatmaları oynuyoruz.

Noel için bir parça geç bile olsa yeni yıl için hiç geç değil. Ve o nedenle herkesin kesesine de yük olmayacak cinsten birkaç hediye önermek istiyorum. Elbette kitaplardan seçtim hediye önerilerimi. Bilinen, ustalarımızın, en iyi ve en büyük yazarlarımızın kitaplarını, yeni yayınlanan kitaplarını önermeyeceğim. Onların buna gereksinimleri olduğunu da sanmıyorum. Dahası tereciye tere satılmaz. Ama şimdiye kadar kendi köşemizde, insanokur.org sitesinde, arada bir tavsiye ettiğim birkaç kitaba birkaçını daha eklemek istiyorum. Genç, yetenekli ve önümüzdeki dönemde mutlaka yazıma devam edecek yazarların, kadın ve erkek kalem ustalarının eserlerine öncelik vererek, işte bir demet sunuyorum :

Doğan Özgüden : ‘Vatansız’ Gazeteci, 2 Cilt, Belge Yayınları, İstanbul, 2010 ve 2011. Değerli yazar, gazeteci, gazetecilikte epey yol ve yöntem yaratmış, görmüş ve geçirmiş, en demokrat, en yurtsever kalem ustalarımızdan Doğan Özgüden aynı zamanda şanslı bir insan: Sadece bir örnek vereceğim : 27 Mayıs 1960 askeri darbesi yapıldığında cuntanın başına getirilmek istenen ve bunu kabul eden Cemal Gürsel ile Ankara’ya hareket ederken İzmir Havalanında görüşmesi ve el sıkışması. Fotoğrayıfla ispatlı. Bu bir örnek. Demiryolu emekçisi bir babanın oğlu yazdıklarıyla yakın siyasi tarihimize, bilinmeyen yönleriyle ve birçok açıdan, ışık tutuyor. Paris ve Brüksel günlerinde mücadeleyi birlikte yürüttüğü dostlarından da söz ederek. Okunmasa olmaz.

dunya2

3 Şubat 2012

Gazeteci Doğan Özgüden’in kırk yıllık sürgün hayatı

Korkut AKIN                                 

Birileri hep benim dediğim, sadece benim istediğim olsun diye zorladıklarında olmuyor. Bu ister devlet olsun, ister kurum isterse kişi (bizim ülkemizde en çok anne-baba), olmuyor. Mutlaka ve muhakkak bir yerlerden birileri itiraz ediyor, karşı çıkıyor, tekere bir çomak sokuyor.
Doğan Özgüden, o itirazcılardan, karşı çıkanlardan, tekere çomak sokanlardan biri… O bir gazeteci ve sürgünde yaşadıklarını –ki bu, bütünüyle hepimizin yaşadıklarıdır, bir ülkenin bir dönem yaşadıklarıdır- iki ciltte anlatıyor: “‘Vatansız’ Gazeteci”.

Sözlü tarih çalışmaları yapılıyor harıl harıl. Birçok insan yaşadıklarını tek başına anlatamadığı, anlatmak istemediği veya -bir anlamda da olsa- anlatılanlara inanmadıklarını göstermek için kendi yaşadıklarını aktarıyor. Onlar bütünleşip bir dönemin, bir oluşumun, bir topluluğun gayriresmi ama dosdoğru, apaçık, özgün tarihi oluyor.

Özellikle 12 Eylül’ün bir silindir gibi ezdiği toplumsal muhalefet sonrası ve darbenin sadece insan haklarına değil anayasaya da karşı olduğunun iktidarlar ve siyasetçiler aracılığıyla dillendirilmesinden sonra sözlü tarih çalışmaları alabildiğine hızlandı. Çünkü artık kimse resmi tarihe güvenmiyor, güvenemiyor. Örneklememe gerek yok, hepsi birer birer canlandı gözünüzde.

Doğan Özgüden muhalif bir gazeteci ve yayıncıdır. Gazetesinde ve yayınevinde yayımladığı kitaplarla toplumsal muhalefetin yükselmesi için çalışmaktadır. Anılarını topladığı ilk ciltte 12 Mart’a kadar yaşanmışlıkları anlatıyor. Bu, benim sizlere önerdiğim ikinci cilt 1971-2011 gibi Türkiye ve Dünya için alabildiğine çalkantılı ve bir o kadar da sorunlu dönemi ele alıyor. Türkiye, 12 Mart’la başlayan süreçte 12 Eylül gibi gerçekten çok önemli, devleti tümüyle değiştiren, binlerce insanın gözaltına alındığı toplama kampına dönüştüren, yüz binlerce insanı fişleyen bir darbe geçirdi. Yetmiyormuş gibi moderni, postmoderni, sanalı, yarım kalanı gibi bir sürü de açık-kapalı darbe yaşadı. Bir de bunların yurtdışına yansımaları oldu… Dünya’da da o kadar çok şey değişti ki bu süreçte… Şili’de de darbe oldu, ama darbeciler yargılandı. Yunanistan’da ‘Albaylar Cuntası’ geldi yargılandı. Sosyalist rejim –ki Doğan Özgüden tüm çıplaklığıyla anlatıyor; bir başka deyişle üzerlerindeki yaldızlı boyayı söküyor- çöktü. Avrupa Birliği oluşturuldu.

Anlatılan senin de hikayendir…

Eşi (İnci Tuğsavul Özgüden) de gazeteci olan Doğan Özgüden, bin bir güçlükle ve yasadışı yollarla yurtdışına çıkar. 12 Mart cuntacılarına karşı mücadelelerini bir an önce yurda dönüp sürdürme hedefleri olduğu için iltica başvurusunda bile bulunmazlar. Hemen çalışmaya başlayıp Türkiye’de yaşananları duyurarak, büyük bir muhalefet oluşturarak gidişatı ve özellikle yargılı veya yargısız infazları durdurmak isterler. Üyesi bulundukları parti, bir arada oldukları arkadaşları destek olmak yerine köstek olurlar. Siyasetin ayak oyunlarını okuduğunuzda, ‘olmaz bu kadarı da’ diye iç çekeceksiniz, tıpkı benim gibi. Bir amaç, bir hedef doğrultusunda bir araya gelemeyen insanların nasıl olacak da yönetimi üstlenebileceğini ve bunu gerçekten demokratik, özgür ve özgün bir şekilde yapacaklarını düşüneceksiniz. Yine de umudu üzmeyip, o ‘güneşli günler’e el ele, omuz omuza yürüyeceksiniz. Çünkü İnci ve Doğan Özgüden, Belçika’da “Güneş Atölyeleri” kurmuşlar ve sadece Türklere değil Kürtlere, Süryanilere, Asurilere ve Afrika’dan gelen onlarca sığınmacıya da hem uyum hem de kendi değerlerini yitirmeme kursları düzenlemişler.

Pişmiş tavuğun başına bile…

12 Eylül’le birlikte birçok insan özellikle Almanya’ya (‘ikinci vatan’ ne de olsa) iltica etti. Kimi hemen kolları sıvayıp yeniden mücadelenin içine girerken kimi benimsediği değerlerin tam tersini yaparak kendi çıkarlarını öne çıkardı. Kimi uyum sağladı toplumsal yaşayışa, kimi iyice kapandı içine. Kimi sıyrıldı, kimi battı iyice. Diğer ülkelere gidenlerin de sonu pek farklı olmadı.
Aralarında parti liderleri, önemli siyasetçiler de vardı. Onlar arasında da ‘ben daha iyiyim’, ‘sadece ve sadece benim dediğim olacak’ yaşandı ki büyük bir çabayla oluşturulan -ve hala da canla başla sürdürülen- yapılanmalar sekteye uğradı. Onlardan birini –ve belki de en önemlisini, “Demokrasi İçin Birlik”i kurup nasıl canla başla mücadele ettiklerini anlatıyor Özgüden.

Demokrat ve özgür perspektif

Doğan Özgüden’in kendi yaşadıklarından, kendi siyasi partisi üzerinden aktardıkları, bir bütün toplumsal yaşamın kesitidir. Önemlidir. Resmi tarihi ezip geçmektedir. Doğrudur. Bu yaklaşımla geleceğe değgin önemli ipuçları taşımaktadır. Işık tutmaktadır.
Türkiye için çok önemli, biz yaşayanlar için de geleceğe ışık tutacak bir dönemin anlatıldığı “‘Vatansız’ Gazeteci” ile birlikte hazırlanmakta olan sözlü tarih belgeselleri demokrat ve özgür bir Türkiye perspektifi çizecektir.

İnsani değerler…

Gülten Akın’ın, tam da duruma uygun dizeleri çok daha denk düşecektir “‘Vatansız’ Gazeteci”yi anlatmaya…

“Git oldu can, sürgün geldi dayandı
Diktiğin fidanlar sen olmayanda
Yel vura ırgalana, gün vura duldalana büyüyecek
Yasa şu ki ekinler yürüyecek
Bebek dillenecek, güçsüz hallanacak
Sis kalkacak İsfendiyar başından

Selam olsun bizden önce geçene
Selam olsun dosta, hasa, çile çekene
Selam olsun dayanana, düşene
Yüreğim yürektir, bakma gözüm yaşına”

Durumdan vazife çıkararak, “‘Vatansız’ Gazeteci”yi yayımlayan Belge Yayınları’nın sahibi, Ragıp Zarakolu’na özgürlük dileğimizi tekrar edelim. Kitaplar engellendikçe, gazeteciler tutuklandıkça sorunlar hiç bitmeyecektir.
Kitapta kendine yer bulamayan birçok anı/belge ve yorum http://www.info-turk.be/vatansiz-belgeler.htm adresinde sizleri bekliyor.

Yol

10 Şubat 2012

Özgüden'in anıları, bir başucu kitabı

Emin KARACA

Yol TV'de her hafta "Unutmadan" adı altında tanınmış yazarlarla röportajlar yapan araştırmacı-yazar Emin Karaca, sürgündeki yazarlardan Doğan Akhanlı'yı konu aldığı programının bir bölümünde de Doğan Özgüden'in anılarının birinci ve ikinci ciltlerini tanıttı. Röportajın ses kaydına aşağıdaki fotoğrafı tıklayarak ulaşılabilir:

Röportajın ikinci bölümüne ise bu satır üzerinde tıklayarak ulaşılabilir.

cumhuriyet3

11 Şubat 2012

Işığın bekçisi; "Vatansız Gazeteci"

Doğan Özgüden’in sürgünde yazdığı, İmge Yayınları’ndan çıkan, belge, anı ve tespitlere dayalı “Vatansız Gazeteci” sadece bir döneme ışık tutmuyor, düzgün devrimci duruş ve mücadele her şart altında nasıl verilir gösteriyor.

Cumhuriyet Haber Portalı

İstanbul- Akıcı, temiz, özlemle bezeli bir Türkçe ile yazılan, "haberci" titizliği ve donanımıyla kurgulanan Vatansız Gazeteci daha çıkmadan gündeme damgasını vurdu, çıktığı anda da kapışıldı.

Doğan Özgüden’in eşi, yoldaşı İnci Özgüden ile birlikte, 11 Mayıs 1971’de Münih havaalanına gelişle başlayan sürgün hayatı Türkiye’den gelen her tutuklama, her işkence ve her idam kararı ile “kan ağlayarak” sürdü ve sürüyor. En son Ragıp Zarakolu için...

Özgüdenlerin başka kan ağladıklarını söyleyenlerden büyük bir farkı var; her yerde, her şekilde zulme karşı dimdik, aralıksız, düzgün mücadele.  
 
Doğan Özgüden ve Ant
 
3 Ocak 1967 günü, Doğan Özgüden, 70’li yılların sol yayın hayatında önemli yer tutacak olan bir yayın organını, Ant’ı çıkardı. Derginin kadrosunda; Aziz Nesin, Abidin Dino, Yaşar Kemal, Fakir Baykurt, İdris Küçükömer, Çetin Altan, Memet Fuat gibi yazarlar yer alıyordu. Derginin çıkış amacını ve dünyaya bakışını ilk sayıda yer alan ‘Niçin Ant?’ başlıklı yazısında şöyle açıklamaktaydı: “…Sosyalizm bugün böyle bir dönemdedir ki, emperyalizm tarafından desteklenen komprador kapitalizmi ve toprak ağalığı ittifakına karşı gün gün, yer yer yaşama savaşı verecektir… Bu sosyalist mücadelenin ön safında işçi sınıfı vardır, köylü vardır, toplumcu aydınlar vardır, gençlik vardır, dar gelirliler vardır, tek kelimeyle Türk halkı vardır…Türkiye’de sosyalist hareket işte bu çilekeş Türk halkının ileri hareketidir… ANT; sermayenin bilinçli müdahalesiyle, ilan pazarlıklarıyla, kredi hesaplarıyla bu harekete karşı çıkan, hiç değilse onu yozlaştırmak için ikili oynayan Bab-ı Ali basınında yer verilmeyen gerçeklerin dile getirildiği, zincirlenen kalemlerin özgürce konuştuğu bir forumdur… O, sömürücülüğe karşı ant’tır/ O, sosyal adalet için ant’tır/ O, emperyalizme karşı ant’tır/ O, bağımsızlık için ant’tır.”

12 Mart askeri Cuntasının ilk uygulamaları içinde, sol/sosyalist yayın organlarının kapatılması vardı. Ant, İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığınca TCK’nın 142, 311, 312, 156 ve 159. maddelerini ihlalden “süresiz” olarak kapatıldı. 1971 Nisan ayında Doğan Özgüden için toplam 195 yıl, eşi İnci Özgüden için ise 140 yıl hapis istenmekteydi.

Bu koşullarda, Özgüdenler Nazım gibi, Pertev hoca gibi, “sevgili ülkeleri”nden kopmadan sürgüne çıktılar. Bu sürgünün verimli meyvaları kitap ve makale olarak dünyaya yayılıyor.

ozgurgundem2
12 Şubat 2012

Doğan Özgüden 77 yaşında!

Hüseyin Aykol

Duayen ve vatansız gazeteci ağabeyimiz Doğan Özgüden, bugün 77 yaşına bastı. Ne mutlu bize ve hayat-mücadele arkadaşı İnci Tuğsavul-Özgüden ablamıza...
 
Bazı insanlar bunalınca, biraz rahatlamak ve mutlu olmak için alışverişe çıkarlarmış. Ben de öyle yapıyorum bazen. Gidip, alışveriş listemdeki kitaplardan birini ya da iyi bir film alıyorum; evde okumak ya da seyretmek için, eşimle birlikte...
 
Geçen hafta sonu, biraz gecikerek aldığım ve hafta sonunda soluk soluğa okuyup bitirdiğim kitap, Doğan Özgüden'in "Vatansız Gazeteci" kitabının ikinci cildiydi. Ne yalan söyleyeyim; ilk cildi kadar heyecanlı olacağını sanmıyordum. Özgüden, ilk ciltte ülkemizde iken yaşadıklarını anlatmıştı. Nitekim kitapta anlatılanlar, en değme macera romanından bile daha sürükleyiciydi.
 
İkinci cilt de ilginç
 
İyi ama yurtdışında, sürgünde neler yaşanmış olabilirdi ki, vatan hasretinden, birkaç broşür çıkarmaktan başka. Ancak yanılmışım. "Vatansız Gazeteci"nin ikinci cildini de büyük bir macera kitabı gibi elimden bırakamadan okuyup bitirdim. Okuduğum kitapları evimde tutma adetim pek yoktur ama Vatansız Gazeteci ciltlerinin kütüphanemden kolay kolay çıkacağını sanmıyorum.
 
Vatan Gazeteci ciltleri hakkında hiçbir şey yazmayacağım. Çünkü birinden özet falan duymayın ve edinebildiğiniz en kısa zamanda edinip okuyun. Vatansız Gazeteci, Belge Yayınları tarafından yayınlandı. Bu vesile ile Ragıp Zarakolu'na bir selam gönderelim ve bilmeyenler için Doğan Özgüden'i biraz tanıtalım:
 
Doğuştan gazeteci
 
Doğan Özgüden bir demiryolu emekçisinin oğlu olarak 1936 yılında Kalecik'te doğdu. İlk ve orta öğrenimini Türkiye'nin çeşitli köy ve şehirlerinde yaptı. Yüksek iktisat öğrenimi yaparken 1952 yılında gazeteciliğe "Ege Güneşi" gazetesinde başladı. Öncü ve Milliyet gazetelerinde temsilcilik, Sabah Postası ve Gece Postası gazetelerinde yazı işleri müdürlüğü görevlerinde bulunduktan sonra dönemin en büyük sol günlük gazetesi olan Akşam'da 1964-1966 yıllarında genel yayın müdürlüğü yaptı.
 
Özgüden, 1962'den sonra Türkiye İşçi Partisi saflarında mücadele verdi ve 1964 yılında bu partinin Merkez Yürütme Kurulu'na seçildi. Bu dönemde, Doğan Özgüden, İnci Tuğsavul ile evlendi. Özgüden'ler, 1967'den sonra sosyalist haftalık dergi Ant'ı ve Ant Yayınları'nı kurarak 1971'de sıkıyönetim tarafından kapatılıncaya kadar yönettiler. Haklarında 50'den fazla dava açıldı. 1971 darbesinden sonra Türkiye'den ayrıldılar.
 
Mücadele insanı
 
Avrupa'da diğer muhalif sürgünlerle birlikte Demokratik Direniş Hareketi'ni kurarak Cunta rejimine karşı kampanya yürüttüler. 1974'ten beri Brüksel'de çesitli dillerde Türkiye üzerine yayın yapan Info-Türk Ajansı ve çok uluslu göçmen eğitim merkezi Güneş Atölyeleri'ni yönetiyorlar. 1980 darbesinden sonra Özgüden ve Tuğsavul, askeri cuntaya karşı ülke dışında mücadele yürütmek üzere Avrupa'da kurulan Demokrasi İçin Birlik'in genel başkanlığı ve yayın yönetmenliği görevlerini üstlendiler.
 
Askeri Faşist Cunta'ya karşı yürüttükleri muhalefetten dolayı 200'e yakın rejim karşıtıyla birlikte 1982 yılında Türk vatandaşlığından çıkartıldılar. Bu karar on yıl sonra iptal edildiyse de, Dışişleri Bakanlığı kendilerine, Türkiye'ye döndükleri takdirde daha önce AİHM'e bildirilen ağır suçlamalardan dolayı tutuklanmayacakları ve yargılanmayacakları konusunda herhangi bir yazılı güvence vermeyi reddetti.
 
Vatansız gazeteci
 
Aksine, 1971 darbesi'nden otuz yıl sonra, cuntacı generalleri eleştiren bir yazısından dolayı Doğan Özgüden hakkında yeni bir dava açıldı ve mahkeme kendisinin Türkiye'ye girer girmez tutuklanması için sınır kapılarına bildirimde bulundu. Daha sonra TCK'nin 301. Maddesi'ne göre sürdürülen dava, Özgüden'in Türkiye'ye girişinde tutuklanarak mahkemeye sevk edilmesine kadar askıya alındı.
 
 
EVRENSEL KÜLTÜR

Şubat 2012

Bir sosyalist sürgünün anıları

Serpil Güvenç

serpil1

                                                                                                                  *******

serpil2

evrensel3

18/2/2012

GERÇEĞİN GÖZÜYLE

Sürgün yılları

TURGAY OLCAYTO

Gazeteci Doğan Özgüden’in “Vatansız Gazeteci” kitabının ikinci cildi de “Sürgün Yılları” alt başlığı ile Belge yayınları arasında çıktı. Kitapta yazarın,1971 ile 2011 yılları arasındaki döneme ilişkin anı, gözlem ve toplumsal eleştirileri ön plana çıkıyor. Hemen söylemeliyim ki Ant yayınlarının kurucusu Gazeteci Doğan Özgüden’le yine gazeteci eşi İnci Özgüden’in sürgündeki yaşamlarının, ayakta kalma uğraşlarının incelikli, dürüst ve yalın dille anlatıldığı bu çalışma da ilki gibi yakın cumhuriyet tarihi için genç kuşaklara bir not düşme görevini hakkıyla yerine getiriyor. Doğan’ın özellikle 12 Mart dönemine değgin anlattıkları, o dönemi yaşamış, sıkıyönetim mahkemelerini yakından izlemiş, görev sürgünü tatmış bir gazeteci olarak eski anılarımı da tazeledi. O duruşmalarda arkadaşlarımı, dostlarımı, bilim insanlarını, sanatçı ve yazarları sanık sandalyesinde görmek acılarımızı her gün biraz daha katlanılmaz kılardı. Şimdi de sıkça düşünüyorum: Ne değişti?

Gazeteciler, akademisyenler, muhalif aydınlar yine cezaevlerini doldurmuş bulunuyor.12 Eylül artığı yasalar her muhalif düşüncenin hayali örgütlerle ilişkilendirilmesinin yolunu açıyor. Düşünceyi ifade özgürlüğümüz mü genişledi? Basın özgürlüğü mü? Devletin her bireye eşit davrandığını, temel hak ve özgürlüklerine saygı gösterdiğini söyleyebilmek mümkün mü? Yargı erkinin bağımsız olduğunu ya da... Askeri darbelerin bıraktığı onulmaz izlerin bir benzerinin şimdilerde kendilerini demokrat diye tanımlayan sivil iktidarlar tarafından da halklara yaşatılması ise bizler gibi üç askeri darbe bir o kadar da darbe girişimi yaşamış bir kuşak için ibretlik yeni bir deneyim olmalı…

Özgüden’ler vatansız gazeteciler. Yurt dışına çıktıklarında hiçbir ülkeden sığınma istememekte kararlıdırlar. Çünkü hep çok uzun olmayan bir sürede ülkeye geri döneceklerini düşlerler. Yıllar geçer. Türkiye’de koalisyonlar dönemi, Ecevit iktidarı yaşanır. Aslan! Sosyal demokratlar da iktidara gelir. Oysa bir zamanlar, dost belledikleri çoktan devlete dönüşmüşlerdir. Siyaset bizde böyle algılanan bir şeydir. O dost, arkadaşların tümü Özgüdenlerin vatandaşlığa dönüş taleplerine duyarsız kalırlar. Üstelik büyük hukuk insanı Halit Çelenk’in uğraşlarını da görmezden gelirler. Bunları kitapta usul usul yakınmadan anlatır Doğan ve noktayı koyar : “Ankara bizim vatansızlığımızdan memnun görünüyordu.”

Sürgün yılları içinde belge ve fotoğraflar da barındıran 500 sayfalık özenle basılmış bir kitap. Doğanın akıcı anlatımı ile bir solukta okunabilen bir çalışma. Özellikle de sosyal bilimlerle , siyaset bilimiyle, gazetecilik ve iletişimle haşır neşir olan gençlerin “Sürgün Yıllarından” çıkaracakları önemli dersler var. Çok yararlı bir okuma olacak onlar için. Hele de günümüz medyası düşünüldüğünde…

izmirlife

Haziran 2012

Sürgün Yılları

Deniz Çaba Şan

Doğan Özgüden:

“İzmir'de başlayan
gazeteciliğimin 60’ıncı,
siyasal sürgünümün
ise 41’inci Yılı”

Gazeteci Doğan Özgüden tam 41 yıldır sürgünde. Onca yıl
Türkiye’ye dönmek istese de her defasında yeni bir davayla
vatansız bırakılan isimlerden. Bugün ise artık “Tevfik Fikret'in
dediği gibi ‘yeryüzünü vatanım, tüm insanlığı milletim’ olarak
benimsedim ve kendimi ‘vatansız’ saymıyorum” diyor.

(Tam metin için PDF'i tıklayınız)

sosyo

Temmuz-Aralık 2012, Sayı 4

Ant'ın Öyküsü: Doğan Özgüden'le Söyleşi

Deniz Deren Önen

- Türkiye’ye dönmeyi düşünüyor musunuz?

- Bittabi düşünüyorum. Ben Türkiye'ye küsmüş değilim ki... Orası benim anayurdum, ama Türkiye'yi yöneten kast beni düşman ilan etti. Vatandaşlıktan atıldım, Elçiliklerin sürekli komplolarına maruz kaldım, hakkımda linç fermanları çıkarıldı. Bu koşullarda dönmek söz konusu olabilir mi? Ama tüm siyasal sürgünlerin, diyasporaların özgürce anayurtlarına dönebileceği gün geldiğinde, eğer hayatta kalmışsam, tabii ki döneceğim.

(Tam metin için PDF'i tıklayınız

milliyet

Eylül 2012

Bir mücadele insanının anıları

Murat BELGE
 

Gazeteci Doğan Özgüden'in anılarının yer aldığı "Vatansız Gazeteci"nin ilk cildi 12 Mart'ta Özgüden ailesinin yurt dışına gitme dönemlerini kapsıyor. İkinci cilt ise Özgüden'in 1971'den 2011'e kadar yaşadıklarını içeriyor

Bu yakınlarda yolum Belçika'ya, Brüksel'e düşünce, ne zamandır yapmak istediğim bir şeyi yapma imkanı buldum: İnci-Doğan Özgüden çiftiyle buluştum. Onlar Türkiye'yi terk edeli bir ya da iki kere yalnız Doğan'ı, o da 'ayaküstü' denecek koşullarda, görmüştüm. Ama bu sefer üçümüz birlikte yemek yedik, uzun uzun konuştuk.

Doğan'ın anılarını yayımladığından haberim vardı. Onları da verdi: İki koca cilt, birlikte bin sayfayı biraz geçiyor. Birinci cilt, 12 Mart'la İnci-Doğan çiftinin kendilerini yurt dışında bulmalarına kadarki anıları kapsıyor, Avrupa'da ilk günlerde bitiyor. İkinci cilt de bundan sonrası, ama kitap sona yaklaşırken yıllar da daha çabuk geçiyor. Dönüşte okumaya başladım, şu anda bitirmek üzereyim.

Bin sayfa ama kolayca okunuyor. Yılların deneyimine sahip bir gazeteci Doğan Özgüden. Söylemek istediğini kestirmeden ve yalın bir biçimde söylemenin 'ilmini almış'. Tam söylemeyip ima ettiği şeyler olsa da, bunların ne olduğunu hemen anlıyorsunuz. Baştan söyleyeyim, ben Doğan Özgüden'le ilgili olarak önyargılıyım. 'Önyargı' ille de olumsuz bir şey değildir. Doğan Özgüden'le İstanbul'da Ant'ı çıkarırken tanışmıştık. Siyasette neden yanayız, neye karşıyız, bunlar birbirini tutuyordu. 'Çizgi'den başka, 'kişilik' olarak da Doğan benim sevdiğim bir insandır, hep öyle oldu. İnci ile hep iş üstünde karşılaşırdık, çünkü iş üstünde olmadığı bir zaman bilmiyorum. Bizim oturup iki çift lakırdı etme imkanı bulduğumuz kısa aralıklarda o gene bir şeyler yapıyor olurdu.

'Biz' cephesi

Her konuda tıpatıp anlaşacağız diye bir kural yok. Böyle bir şeyin olabileceğine de inanmıyorum zaten. Bunlar ancak 'hiyerarşik' ilişkilerde mümkündür, çünkü orada şef söyler, öteki dinler. Baştan farklı bir şey düşünmüşse de şefi dinleyince, "Ha, doğrusu buymuş" der. Onun için 'teorik birlik ve beraberlik' sağlanır. Eşit ilişkide ise her zaman nüanslar vardır. Benim Özgüden'lerle yakınlığım bunu da içeren bir şey. Sonuç olarak hep üç aşağı beş yukarı aynı doğrultuda olduk.

Bu ortak düşünce faslını böyle biraz uzatarak yazıyorum, çünkü Doğan'ın bunca yıllık anılarının çoğu bununla ilgili, bitmez tükenmez mücadeleyle dolu hayatında hep bu sorunla uğraşmış. Asıl mücadele bu toplumun yerleşik otoriter karakteri. Adına faşizm mi deriz, bonapartizm mi deriz (aslında böyle şeyler hiçbir zaman katışıksız olmaz), değişmeyen bir iktidar yapısı ve bir siyaset kültürü, baskıcı, ırkçı, devletçi bir milliyetçi ideoloji biçimi. Bunlar Özgüden çiftinin(ve birçoğumuzun) değişmez düşmanları, hasımları. Ama bunlarla uğraşır, mücadele ederken işin bir de 'biz' cephesi var. Orada ne oluyor?
Doğan'ın elli küsür yıllık anılarının gösterdiği gibi orada da iyi şeyler olmuyor. 1964'te bir nedenle TİP'ten ihraç edilen Doğan Özgüden '80'lerde yeniden aynı konumda buluyor kendini. Ama tabii bunlar işin 'highlight' kısmı. Aradan geçen zaman içinde olanlar da çok farklı değil. Değişik grupların birbirleriyle ilişkileri korkunç.

Bunları, araya bazı eğlenceli episodlar da sıkıştırarak, sakin sakin anlatıyor Doğan. Özellikle birinci cildi okurken hemen hemen hiç yabancılık çekmedim, diyebilirim. Bildiğim insanlar, bildiğim olaylar. Yurt dışına çıktıktan sonra anlattıkları benim açımdan biraz değişti: Bildiğim insanlar, epeycesini bildiğim olaylar. Örneğin 12 Eylül sonrasında Behice Boran'ın da, Nihat Sargın'ın da Belçika'da bulunduğu, Doğan'ın onları neredeyse her gün gördüğü dönemde olanları hiç bilmiyordum.

Ama, dediğim gibi, insanları biliyorsun; olayların nereye vardığını da gözlemlemiş, öğrenmişsin. O zaman ortada fazla şaşırtıcı bir şey kalmıyor. "Boşlukları doldurma" gibi bir işlem oluyor.

'Sönmüş yanardağ'

Türkiye'de tarih, büyük ölçüde 'anı' formu içinde yazıya geçer. Çünkü asıl belirleyici olayların kaydı kuydu pek yoktur. 'Belge' inceleyerek bir yerlere varamazsınız, belgeleri bulsanız bile. Çünkü, diyelim bir parti talimatı buldunuz, "Sola gidilecek" diyor, onu yayımlarken sözlü olarak "Sağa gidilecek" diye talimat verilmiştir. Devletin tarihi özellikle böyledir, çünkü devlet durmadan yazıya geçmemesi gereken işler yapar; iz bırakmama tekniğini de oldukça iyi geliştirmiştir. Düşünün, hala sır olan ne çok olay var tarihimizde!

Ama devletin dışındaki siyasi oyuncuların tarihi de bundan çok daha fazla saydam değildir. Benzer kaygılar o çevrelerde işler. Şimdi Doğan Özgüden'in bu yazdıklarına birçok çevreden 'yalanlamalar' gelebilir, gelir de, anlatılanların birçoğu 'sönmüş yanardağ' sınıflamasına girse bile. Ama ben beklediğim nesnellik çabasını gördüm Doğan'ın anlatısında. Başınızdan geçenleri anlatıyorsunuz: Yaşarken elbette değer yargılarıyla bakmışsınız olaylara. İster istemez bir öznellik olacaktır. Ama böyle anılarda sık rastladığmız bir şey, yazanın gereğinde ekleyerek, gereğinde çıkararak, yani bazı şeyleri eğip bükerek anlatmasıdır. Doğan Özgüden'in böyle bir çabası yok. Nesnelliğinin yeterli olacağına inanıyor ve nesnel kalmak için elinden geleni yapıyor.

Sözü geçen hemen hemen herkes tanıdık. Hemen hemen hepsi bizim kuşağın ömrü içinde parlayıp sönmüş 'Türkiye sosyalizm tarihi'nin aktörleri. Birçoğuyla ilgili benim yargılarım da üç aşağı beş yukarı Doğan Özgüden'inkilerle örtüşüyor. Örtüşmeyenleri de var, ama neden olduğunu anlıyorum. Bu konularda merak duyanların hayal kırıklığına uğramayacağı çok şey öğreneceği bir anlatı bu. Onun için özellikle bu olayları kendisi yaşamamış genç kuşağa okumalarını salık veririm.

Fakat, okurken, bir de şuna dikkat ettim, ister istemez: Sözü geçenlerin ne kadar çoğu bugün hayatta değil.
İkinci ve asıl önemli nokta: Niye biz sosyalistler eleştirdiğimiz, değiştirmek üzere yola çıktığımız dünyanın bu kadar fazla günahını sahiplenmek gereği duyduk?

cumhuriyet

20 Ocak 2013

Sol Gazetecilik ve Özgüdenler

Uğur Hüküm

Fransa’da 33 sayıdır 3 ayda bir basılan Médias dergisi son sayısıyla yayınını durdurdu. Akademik nitelikle mesleki özgünlük arası, herhangi bir gazeteci veya basın uzmanı kadar sıradan vatandaşın da kolaylıkla yararlanabileceği bu süreli organ son kapak konusu olarak Fransız gazetecilerinin siyasi eğilimleri üzerine yapılmış bir araştırmanın sonuçlarını seçmişti: “Fransız gazetecilerinin yüzde 74’ü oyunu sola veriyor.” Bir başka ifadeyle Fransız gazeteciler solcuydu. Aslında ilk bakışta biraz yadırgatıcı, hatta ürkütücü de gelse bu tespit basit bir sosyolojik gerçeğe dayanıyordu. İster ‘mektepli’, ister ‘alaylı’ olsun gazeteci denen yaratık dünyaya, topluma, çevresine, olaylara eleştirel bakabilen; gördüklerini, duyduklarını ötekilere olabildiğince çok boyutuyla araştırıp aktaran bir mesleğin adamı demektir. Bu onun angaje, yanlı olmasını, besmele gibi her vesileyle tekrarlamasa da inandıklarını söylemesini engellemez.

Tanımlamak istediklerimizi dört dörtlük sergileyen örnek, 77 yıllık hayatının son 40 yılını tamamen gurbette geçirmiş büyük gazeteci Doğan Özgüden ve eşi İnci Tuğsavul’dur. Belge Yayınları’ndan basılan Doğan Özgüden’in toplam 1078 sayfalık, 2 cilt “Vatansız Gazeteci” başlıklı anıları meraklılara hararetle salık verilir. Sosyal mücadeleler tarihinin, en azından Fransız Devrimi’nden bu yana siyasi gündelik söyleme bile kattığı bir ikilem, sol ve sağ kavramları herkesçe kabul görmese de geçerlidir. Giderek belirsizleşse de solu, solcuyu halen ayrıcalıklı kılan erdem haksızlığa karşı, eşitlikten yana; yaşamın tümüne yenilikçi, laik bir hassasiyet, kendisi dahil her şeye eleştirel ve ilerici bir yaklaşımla bakabilmesidir. Gazetecilik yolunun hızlı akan bir güncellikle kesiştiği çoğu noktada solcu tercihlerde bulunması doğal bir gerçek gibi gelebilir (Ancak gerçeğin giriftliğini dini, felsefi ve siyasi doğ­malarla kestirmeden açıklamak pek olası değildir). Meramımızı sevdiğimiz bir Fransızca deyişle sürdürelim: “Gönlü solda, kesesi sağda”kilerin varlıkları kadar, gazetecilik ilkelerine saygılı, dürüst sağcı bazı dünyalı meslektaşlarımızın varlığını da teslim etmek zorundayız. Bu bağlamda Özgüdenler gezegen ölçeğinde bir “ari” toplumsal-mesleki katmanın, nesli tükenmekte olan bir soyun da temsilcileridirler.

Fransa’da bugün profesyonel basın kartlı 37.012 gazeteci yaşar. Bu kartı meslekte temsilcilik yetkisini resmen kanıtlamış sendikaların her dönem seçimle yenilenen gazetecilerinden oluşan bir komisyon tayin eder. Her yıl yenilenen kartı alabilmenin olmazsa olmaz koşulu, kart adayının yıllık gelirinin en azından yarısını, objektif ölçütlerle belirlenmiş bir veya birkaç basın-yayın kuruluşundan kazanmasıdır. Herhangi bir süreli yayında, internet sitesinde yazmak; televizyon veya radyoda program sunmak gazeteci statüsünü edinmeye yetişmez. Kaldı ki 2 yıllık bir stajyer gazetecilik devresi tamamlanmadan profesyonel kart alınamaz. Türkiye’de bildiğimiz kadarıyla ve 2011 itibarıyla ancak Başbakanlık kanalıyla lütfedilen (!) basın kartlı 13.144 gazeteci vardır. Bugünkü resmilerin Çin, İran, Rusya’yı bastıran bir gazeteci fobisine sahip olduklarını düşününce bir Uğur Mumcu, Hrant Dink veya Abdi İpekçi’nin yetişebilmesi için Türk solunun kaç fırın ekmek yemesi gerektiği tahmininde bile bulunamayız.

Hem karşılaştırma yöntemini tanımak, hem de birlikte çalışmışlık onuruna nail olduğumuz Özgüden bizim gözümüzde Mumcu ve Dink çapında araştırmacı, sorgulayıcı, gerçek demokrasiden, bağımsız bir Türkiye’den yana bir devrimci ve üstelik uluslararası bir gazetecidir. Onun egemen sınıflar ve vurucu güçlerine verdiği rahatsızlık 12 Mart ve 12 Eylül’den sonra Türk Devleti’nin yayımladığı “beyaz kitap”larda görülebilir. Özgüdenlerin faaliyetlerine ayrılan sayfalar nice işçi sınıfı partisi, proleter devrimci hareketten daha fazladır. 1972’de Türkiye’yi terk etmeseler bugün ciddi bir olasılıkla Mumcu, İpekçi ve Dink gibi aramızda olmayacaklardı.

Doğan Özgüden kurucusu, sorumlusu, lokomotifi olduğu, bugüne kadar bir eşi çıkamamış ANT dergisinin 3 Ocak 1967 tarihli ilk sayısında şöyle yazıyordu: “ANT; sermayenin bilinçli müdahalesiyle, ilan pazarlıklarıyla... Bab-ı Âli basınında yer verilmeyen gerçeklerin dile getirildiği, zincirlenen kalemlerin özgürce konuştuğu bir forumdur… O, sömürücülüğe karşı Ant’tır/ O, sosyal adalet için Ant’tır/ O, emperyalizme karşı Ant’tır/ O, bağımsızlık için Ant’tır.” (www.info-turk.be) Fransa’dan sonra Belçika’yı mesken edinen Özgüdenler birer demokrasi ve basın anıtıdır. Ucube kafaların ve sınıfların egemenliği sona erdiği gün anıtları dikilecek değerlerimizdir. ugur.hukum@gmail.com

sol

15 Subat 2013

Kürt meselesi ve 27 Mayıs darbesi

Ali Mert

Bu haftaki yazı, dallı budaklı değil de odaklı ve bilgilendirici olacak. Yazar için – ne şans değil mi, bu ben oluyorum – “kolay” da. İlgi, merak ve de beğeniyle okumakta olduğum kitaptan birkaç anı/anekdot, daha doğrusu bilgi/belge paylaşacağım, hepsi o kadar.

Ama kitabı tanıtayım en başta. O da kısa olsun; ileride farklı vesilelerle uzun uzun yazmak “zorundayım” nasılsa. Zamanında, soL dergisi aylık çıkarken, “Didiklenmiş Kitaplar” adlı köşemizde didiklemeye çalıştığımız yapıtlar gibi bir kitap bu da. Çok zengin, her sayfasında yeni ufuklar açan, hatıra, tarih ve tanıklık kitaplarından.

Evet, neredeyse her sayfası ayrı bir hazine. İlk cildinin 557 sayfa olduğunu belirtmem, hazinenin niceliği konusunda bir fikir verir sanırım. Nitelik mi? Hem sol tarihimiz, hem daha genel anlamda siyasi tarihimiz hem de basın tarihi açısından muhakkak okunması, tartışılması gereken bir yapıt olduğunu söylemekle yetinelim.

Yok, yetinmeyelim: Solumuz, bugün seçimlerle gelebilecek somut mevzilerden bir hayli uzakken; 1963 yılında İzmir’in Gültepe mahallesi belediye seçimlerinde TİP’in desteklediği bağımsız aday Mehmet Günay’ın, AP’nin yüzde 47,78 oyuna karşılık yüzde 49,69 oy alarak Türkiye’nin ilk sosyalist belediye başkanı seçildiği süreci öğrenebilmek bile – TİP’in sonraki başarıları; bunun nedenleri, kökenleri, gerilemesi ve bugün bir türlü tekrar edip gelişememesi gibi sorularla birlikte– bu “nitel” ve “nicel” konular üzerine akıl yormak açısından son derece önemli, onu belirtelim.

Neyse, kitabı “kısaca” tanıtmaya devam edip, nitelikle niceliğin “kesiştiği” bir noktada; kitabın satırlarının altını çizmekten, sayfa kenarlarına ve tüm boşluklara not düşmekten kurşun kalemimiz bitti de diyebiliriz. İşbu kenar notlarında, ünlemlerin yanında gülücük işaretleri de var; yazarın dilinde ve naklettiklerinde yer yer mizah yani. Ve çok aydınlatıcı ve bilgilendirici. Daha fazla uzatmayalım; bu kitap, Doğan Özgüden’in “Vatansız Gazeteci” adlı anı kitabının “Sürgün öncesi” alt başlıklı birinci cildi.

Yaşadıkları ve tanıklıklarının ışığında, Türkiye’nin yakın dönem siyasi tarihinden önemli bilgileri, alıntıları, ayrıntıları paylaşıyor Özgüden. Bunlardan bir tanesi, “daha önceden hiç denk gelmediğim bir bilgi” olduğundan ve Kürt sorunuyla ilgili olarak ufkumu açtığından özellikle dikkatimi çekti. 27 Mayıs 1960 darbesinin hemen sonrasında, İzmir’de gazetecilik yaparken darbenin yönetimini üstlenen ve subaylardan oluşan Milli Birlik Komitesi (MBK) üyeleriyle de sık sık diyalog içerisine giren Özgüden’in (bana göre) şaşırtıcı bir tanıklığı. Aktaralım artık:

“13 Kasım 1960 günü, yine her şey allak bullak oldu. MBK’nin basın işlerinden sorumlu üyesi Ahmet Yıldız, basın mevzuatında yapmayı tasarladıkları değişiklikleri görüşmek üzere Ankara’da büyük bir toplantı organize etmişti. İzmir basınını temsil edecek olanlardan biri de bendim.

Aslında bu toplantı, MBK’nin Türkeş Grubu’na yakın bilinen üyelerinden Orhan Erkanlı, Orhan Kabibay, Numan Esin, Muzaffer Özdağ ve Ahmet Yıldız’ın bir süredir, İstanbul Gazeteciler Sendikası’nın eski ve yeni genel başkanları Abdi İpekçi ve Hasan Yılmaer’le birlikte basın reformu üzerine yaptıkları çalışmaların ürünüydü, reform önerileri Türkiye’nin dört bir yanından gelen basın temsilcilerinin tartışmasına açılacaktı.

Bir gün önce geç vakit Ankara’ya vardığımda doğrudan Rüzgarlı Sokak’taki Öncü Bürosu’na gittim. Muzaffer Aşkın gece sekreteri olarak çalışıyordu, yanında da bir nöbetçi muhabir vardı.

Son gelişmeler üzerinde tartışırken büronun kapısı açıldı. Karşımızda en mağrur haliyle MBK’nin en genç üyesi Yüzbaşı Muzaffer Özdağ vardı. Yanında da emir subayı görünümünde Mikail adlı genç bir teğmen.

Özdağ küçük dağları ben yarattım diyen Napolyon havasındaydı. Selam sabahtan sonra elindeki kırbacı koltuğunun altına kıstırmış salonun ortasında sert adımlarla volta atarken bir soru patlattı:

-    Aydınlar, biz 27 Mayıs’ı neden yaptık biliyor musunuz?

Muzaffer Aşkın son derece sakin:

-    Yüzbaşım, bugüne kadar bir sürü neden sayıldı. Acaba hangisi? diye karşı soruyla yanıtladı.

-    Biz 27 Mayıs’ı Doğu Anadolu’da hazırlanan bir Kürt İsyanı’nı önlemek için yaptık. Yoksa vatan bölünecekti. Biliyor musunuz ki, DP liderlerinden önce biz Kürt ağalarını tutukladık.

Gerçekten de darbe olur olmaz doğuda 55 Kürt ağası tutuklanmış, bu olay Milli Birlik Komitesi’nin feodaliteye ilerici bir darbesi olarak sunulmuştu.

Özdağ şimdi gerçek nedeni açıklıyordu. Hemen ekledi:

-    Bâbıâli basını tabii ki bunları yazmaz. İşte bunun için basın düzenini kökten değiştirmemiz gerekiyor. Yarınki toplantıda bunları da tartışacağız.” (*)

Dediğim gibi, bugüne kadar rastlamadığım bir belge/bilgi bu. (Benim cehaletimdir tabii. Lakin, başkaları da cahil kalmasın benim gibi). 27 Mayıs’a dair “ilerici/ilerlemeci ezber”e dönük bir sorgulama da aynı zamanda. Elbette bu anlatılanlar, darbeninin “sıcak günleri”nde söylenenler; sonrasındaki tasfiyeler ve “demokratikleşme” dönemi farklı “açılımlar” da getirmiş olabilir ancak amaçlar/niyetler/gerçekleşmeler açısından ve Kürt sorunuyla iç içe düşünüldüğünde, önemli bir ifşaat olduğu açık. “Biz asıl şunun için yaptık” değil de, “Biz şunun için de yaptık” diye daha doğru okunabildiğinde.

Ya da (birinci) Cumhuriyetin kurucu iradesinin ve sürdürücülerinin ve sağlı sollu milliyetçi temsilcilerinin, ulusalcılarının, Kürtleri inkâr ve yok etme üzerine kurulu strateji ve yaklaşımlarının bir diğer “manifestosu” diyelim bu söylenenlere.

Birkaç on sayfa ileride başka türlü bir “olağan şüpheli” olayı daha var üstelik, yine “Kürt meselesi”ni önümüze koyan. Bu kez Talat Aydemir’in 21 Mayıs 1963 tarihli darbe girişiminin ardından ilan edilen sıkı yönetimle birlikte nezaretteyiz. Bu defa, Kürt ağaları değil de Kürt aydınları içerideler. Yine Doğan Özgüden’den:

“Balmumcu’da asker nezaretinde sorgu sıramı bekliyordum. Arada bir başka askerler de mahkeme salonunun bulunduğu kata çıkıyor, bana nezaret eden askerlerle aralarında Kürtçe konuşuyorlardı. Ne konuştuklarını anlamıyordum, ama konuşmada geçen bazı tanıdık isimler kulağıma takılıyordu: Musa Anter, Medet Serhat, Edip Karahan, Sait Elçi, Yaşar Kaya, Doğan Kılıç, Enver Aytekin…

Bunlar, her sıkıyönetim döneminde olduğu gibi, ilk ağızda tutuklanan Kürt aydınlarıydı.” (**)

20’lerden 60’lara bir kırk yol, 60’lardan günümüze bir elli yıl; “olağan şüpheliler”in ve “darbe yiyenlerin” hep sosyalistler ve Kürtler’den oluştuğu bir coğrafyada, bu “yeni” bilgiler – kader ve gelecek ortaklığı açısından – size de önemli gelmedi mi?..


alihaluk@gmail.com

(*) Doğan Özgüden “Vatansız Gazeteci”, Cilt 1 (Sürgün Öncesi), s. 242-44, Belge Yayınları, Aralık 2010


politika
18 Temmuz 2013

Bir sürgün çift

Ahmet Kahraman

TC, günümüz dünyasında, yer yüzüne hala en çok sürgün yayan rejimdir. Başka benzeri kalmadı. İnci Tuğsavul-Doğan Özgüden çifti sürgün yüzbinlerden sadece ikisidir.

Üniversite ikinci sınıfa geçtikten sonra, mesleğe giriş vaktinin geldiği düşüncesiyle Vatan’da gazeteciliğe başlamış, altı ay sonra da Ankara temsilcisi İlhami Soysal’ın çağırmasıyla Akşam gazetesine geçmiştim.

İnci Tuğsavul’u Akşam’da tanıdım. Kendine olan güvenle, deve dişi meslektaşlar arasında “ben” edalı bir genç kızdı. Dikkatimi çeken bir başka özelliği ise, on parmakla, şaşırtıcı bir hızda daktilo kullanmasıydı.

Dışarıdan bakıldığında, toplumsal olaylar tarağında bezi yok gibi görünüyordu. Müzik ağırlıklı kültür, sanatla igileniyor, tiyatro sanatını seviyor, dönemin tiyatro ilahları Şeref Gürsoy, daha sonra televizyon dizilerinde “Nori Gandar” tipiyle bütünleşen Tekin Akmansoy bazan onu görmeye geliyorlardı.

Bir gün, rahmetli Bedii Güray’la tartışırken, “biz iktidara geldiğimizde” dediğini duyunca, dünyasında başka derinliklerin de olduğunu anladım.

Kısa süre sonra da, evlenmek için İstanbul’a gitti. Evleneceği kişi, genel yayın yönetmenimiz Doğan Özgünden’di.

Özgüden sosyalistti. Demek ki, “bizim” dediği görüş, sosyalizmdi. Ona saygım pekişti. “Sanat, sanat içindir” diyenlerden değildi.

Doğan Özgüden’e gelince: İşinin hakkını veren bir gazeteciydi. Yazarlar kadrosu ve içeriğiyle, 1960’ların unutulmaz sesi Akşam gazetesine o kişilik verdi.

Sonra, ayrılmak zorunda kalınca İnci Tuğsavul’la kendi işini, dergisi, klasik kitaplarıyla bir kültürel zenginlik olan Ant yayınlarını kurdu.

12 Mart 1971 darbesinden sonra, ülkelerinden koparılıp sürgüne savrulanlara katıldılar. Bütün enerjilerini, darbecilerin getirdiği yıkıma harcadılar.

Doğan Özgüden, “Vatansız Gazeteci” kitabı yıllar önce (2010) yayımlandığında, huyum kurusun ki, bir şeyden çok söz edildi mi, hele hele önüne gelen işin içine daldı mı, dokunmak, yazmak, seyretmek içimden gelmiyor.

Aslında bugün de bir şey yazmadım. Onları tanıdığımı söyledim, kendime pay çıkararak. “Övündüm” bir bakıma. Bazı kişiler vardır ki, onlarla çağı paylaşmak bile onurlanmadır. Onlarla övünç ve onurlanmayla, kendime pay çıkardım.

Çünkü, bana göre onlar, saygıyı en tepelerde hak eden, hakiki bir ikili. 

Onlar, hiç rol yapmadı. Kemalistler gibi, sol üzere duyduklarını ezberde tutup, soğuk savaş hala devam ediyormuş gibi kullanmaya devam etmediler.

Entelektüel olarak, okuduklarını zekalarıyla ölçüp sindirerek, hakiki hayatla bütünleştirdiler. 

“Vatansız Gazeteci” kitabı, bu yönüyle de TC tarihinin, bir dönem zalimlikleri dökümüdür. Varsa şerefi, 42 yıllık sürgünlüğün şerefi, o da askeri darbeler ve olağanüstü halleri örtü altında sürdürenlere aittir.

memoria
15 MAGGIO 2014

Dogan Özgüden, senza patria per aver difeso i diritti umani

di Alessandro Michelucci

Può accadere che un giornale armeno metta in copertina la foto di un turco accompagnandola con un testo elogiativo? Certo, ma a una condizione: deve trattarsi di un turco che riconosce il genocidio degli armeni, o per meglio dire delle minoranze cristiane presenti nell’impero ottomano. Quindi non soltanto armeni, ma anche assiri e greci. Ebbene, questo turco esiste: si chiama Dogan Ozgüden. Proprio per questo il numero 340 (15 maggio 2009) della rivista “France Armenie” gli ha dedicato la copertina. Ozgüden è un giornalista che da oltre 40 anni vive in Belgio. Ha dovuto lasciare il suo paese per sfuggire alla persecuzione della dittatura militare. Ma per capire meglio il tema che ci interessa è necessaria una digressione. Negli anni Sessanta e Settanta del secolo scorso, in Europa, si manifesta contro la guerra del Vietnam; si leggono i libri di Sacharov e Solgenitsin; si ascoltano le canzoni di Victor Jara, oppositore della dittatura militare cilena che ha deposto e ucciso Salvador Allende. Al contrario, quasi nessuna attenzione viene riservata alla Turchia, che vive sotto la costante minaccia della dittatura militare. Fra il 1960 e il 1980 l’esercito realizza tre colpi di stato. Molte persone – intellettuali, giornalisti, registi, esponenti politici – si schierano apertamente contro le varie giunte militari, che invece vengono tollerate o addirittura appoggiate da alcuni governi europei. Il motivo per il quale il dissenso turco viene sostanzialmente ignorato è evidente. La Turchia, cerniera fra Europa e Asia, confina con vari paesi dell’impero sovietico (Bulgaria, URSS). Il paese ha già cominciato il processo di avvicinamento al blocco euro-atlantico: prima aderendo al neonato Consiglio d’Europa (1949), poi alla NATO (1952) e chiedendo di aderire alla CEE come membro associato (1959). Nel 1961 Bonn e Ankara hanno concluso un accordo che favorisce l’immigrazione di lavoratori turchi nella Repubblica Federale Tedesca. Nel 1963 la CEE ha accolto la richiesta suddetta accettando la Turchia come membro associato. Tutto questo favorisce l’acquiescenza europea nei confronti di un regime liberticida che non si esaurisce negli anni delle dittature militari, ma continua con i governi retti da civili. Ma tanti turchi, come si diceva prima, non si arrendono e gridano il proprio dissenso, anche dopo aver visto che il loro grido è destinato a cadere nel vuoto. Fra questi dissidenti coraggiosi ma ignorati spicca Dogan Özgüden, un giornalista che ha dedicato la propria vita alla difesa della libertà d’opinione, delle minoranze, dei diritti civili e sindacali. Özgüden ha raccontato la propria esperienza nel libro Journaliste “apatride” (ASP, Bruxelles, pp. 624, € 24,95). Il volume è la traduzione francese dell’originale turco, edito dall’autore con il titolo omonimo “Vatansiz” gazeteci. Il giornalista, costretto a lasciare la Turchia, si è stabilito in Belgio, dove insieme alla moglie Inci Tugsavul ha promosso molte iniziative politiche e culturali: convegni, dischi, dvd, libri, riviste. La coppia ha parlato di temi a lungo proibiti in Turchia, come il genocidio delle minoranze cristiane che segnò la fine dell’impero ottomano. A lungo invisi al potere, che li ha perseguitati in vario modo, i due sono stati privati della cittadinanza turca nel 1984.

Dal 1975 guidano l’agenzia di stampa Info-Türk, che pubblica un prezioso bollettino mensile su tutto quello che riguarda la Turchia: politica, cultura, problemi delle minoranze, etc.. Özgüden è sempre stato un giornalista di sinistra. Socialista, ma non simpatizzante del comunismo sovietico o cinese. La sua battaglia, comunque, non l’ha combattuta per far trionfare le ragioni della sua parte politica, ma per difendere i diritti di tutti. Questo impegno, che ha ricevuto numerosi premi e riconoscimenti di vario tipo, rappresenta un esempio illuminante di lotta nonviolenta per la libertà. Recentemente il vasto archivio raccolto da Dogan Özgüden e Inci Tugsavul è stato acquisito dall’Istituto internazionale di storia sociale di Amsterdam.

agenda
Septembre 2014

Après une nuit cauchemardesque


Dogan Özgüden


Vacances annuelles à Bruxelles. Le parc Josaphat, le plus bel espace vert de Bruxelles est presque désert, nos compatriotes turcs, usagers habituels de ce havre de paix, sont déjà partis pour la Turquie.

En arpentant tout seul les allées du parc, je pense à mon vécu dans ce pays et constate qu'après 10 ans d'enfance dans les steppes anatoliennes, 16 ans de jeunesse à Ankara et à Izmir, 9 ans de combats intensifs à Istanbul, c'est Bruxelles qui a façonné ma vie depuis 43 ans. Mais ma connaissance de la Belgique va au-delà de ces 43 ans. Il y a 52 ans, en 1962, de retour de Londres, j'avais mis les pieds pour la première fois sur le sol bruxellois. Après les grèves contre la loi unique, le pays me semblait calme. La chaussée d'Haecht n'était pas encore devenue un village turc ...

Neuf ans plus tard, à ma deuxième arrivée à Bruxelles après le coup d'Etat de 1971 en Turquie, je me suis retrouvé dans une ville en pleine effervescence sociopolitique. A l'époque, trois pays occidentaux étaient sous dictature fasciste: le Portugal, l'Espagne et la Grèce. Les immigrés en provenance de ces pays ainsi que les Italiens, étaient déjà bien organisés dans la lutte antifasciste, ils étaient devenus les piliers du mouvement progressiste belge, aussi bien dans les syndicats qu'au sein de partis politiques. Ces 43 dernières années d'exil ont façonné ma vie sous toutes ses facettes un combat constant en d'acquérir les droits politiques, culturels et sociaux pour tous les citoyens d'origine étrangère de ce pays, sans jamais oublier le devoir de contribuer sans cesse à la lutte pour la démocratisation de notre pays d'origine.

A cette époque, notre souci était d'inciter ces travailleurs immigrés à s'intégrer dans la vie sociopolitique belge sans tomber dans les pièges ultranationalistes ou fondamentalistes de l'Etat turc. J'apprécie toujours les initiatives de la FGTB et de la CSC dans ce sens. Pour soutenir leurs efforts, en tant qu'Info-Türk, nous avons édité leurs journaux en turc ainsi que ceux des associations progressistes. L'appel commun Objectif 82 des associations progressistes immigrées était le point culminant de cette lutte démocratique. Cette initiative revendiquait que les partis politiques fassent leur maximum pour éduquer et responsabiliser ces nouveaux citoyens d'origine étrangère.

Bien que cet appel ait été soutenu par les syndicats, les institutions démocratiques comme le MRAX, le CBAI, la Ligue des droits de l'Homme, les partis politiques belges n'y ont pas répondu correctement.

Par contre, la junte militaire de 1980, pour renforcer la mainmise de l'Etat turc sur ses ressortissants, a pris plusieurs mesures répressives en vue de les mobiliser comme une force de frappe du lobby d'Ankara contre les revendications des Arméniens, Assyriens, Grecs et Kurdes.

Ma plus grande déception après 25 ans de militantisme pour les droits politiques a été de voir la soumission de la politique belge aux chantages du lobby turc lors des élections législatives de 1999. Il s'agissait du premier scrutin avec la participation des citoyens d'origine étrangère à la suite de la facilitation de naturalisation. Sans jamais bouger le petit doigt pour former ces nouveaux citoyens à la vie politique, les principaux partis belges n'ont pas hésité à intégrer dans leurs listes des candidats turcs qui faisaient des promesses allant jusqu'à la démolition du monument dédié aux victimes du génocide des Arméniens à Ixelles. Ce qui primait pour eux était d'obtenir quelques votes de plus dans les communes à forte densité de ressortissants turcs soumis à un lavage de cerveau par les éditions européennes des grands journaux turcs et par les antennes paraboliques.

J'ai fait également partie de la lutte pour obtenir le droit de vote, non seulement pour les élections belges, mais aussi pour les élections dans le pays d'origine, comme le faisaient depuis des décennies les immigrés italiens.

Enfin, les ressortissants de Turquie ont pu voter pour la première fois aux élections présidentielles du 10 août dernier. Pour moi, ce fut une nouvelle déception. Ces élections n'ont abouti qu'au renforcement du pouvoir sans partage d'Erdogan turco-sunnite qui met en péril une véritable démocratisation de mon pays d'origine. Alors qu'il obtient 51,85 % des voix pour l'ensemble des électeurs, l'immigration turque a soutenu la Résistible Ascension d'Arturo Ui à la turque, avec 62,51 % des voix et, pire encore en Belgique, avec 70,08 %. Heureusement, ce matin du 11 août est très ensoleillé à Bruxelles et après une nuit électorale cauchemardesque, je peux garder mon optimisme tout en comptant sur les nouvelles générations turques d'Anatolie et d'Europe qui briseront un jour ces chaînes de la servitude.


cover

Agenda Interculturel, Septembre 2014


Journaliste et militant


Incontournable dans le monde de l'immigration et des droits de l'Homme, Dogan Ozgüden est fondateur et animateur de l'agence de presse Info-Türk. Il a aussi créé l'asbl les Ateliers du Soleil à Bruxelles en 1974. Dogan et sa femme Inci Tugsavul, deux journalistes d'opposition, fuient la Turquie après le coup d'Etat militaire de 1971. Sa femme et lui entrent d'abord dans la clandestinité sans chercher asile. Ils n'ont alors qu'un but rentrer au plus vite au pays… Leur vie prendra un tout autre tournant. Dans un livre de quelque 600 pages, Dogan Ozgüden livre son parcours de militant et journaliste. Un témoignage plein de rebondissements et d'anecdotes, où l'on découvre les combats, espoirs, découragements, victoires d'un couple très complice et porté par ses idéaux.
Edité chez Academic and Scientific Publishers (ASP), Bruxelles, 2014, 624 p. (25 euros).

La Gauche et le mensuel arménien Hay


La Gauche, Sept-Oct 2014, p.19                            Hay, Mensuel arménien, Sept 2014, p.13

gauche
hay

Nazim
3 Ocak 2015

Bir zamanlar gazetecilik!..

NAZIM ALPMAN

Türkiye’de 1960’lar büyük değişimlerin yaşandığı yıllar olarak kabul ediliyor. Özgürlükçü 1961 Anayasası, işçilerin grev hakkı, sosyalist parti TİP’in kuruluşu ve 1965 Seçimlerinde TBMM’ye 15 milletvekiliyle girişi, 1967’de DİSK’in kuruluşu, Fikir Kulüpleri Federasyonu ile DEV-GENÇ’in örgütlenmesi hep bu 1960’lı yıllarda yaşandı. O yılların çok etkili bir gazetesi vardı: Akşam!

Bir de onun efsane olagelmiş 28 yaşındaki Genel Yayın Yönetmeni Doğan Özgüden… Babıali’ye İzmir’den gelmiş olan Özgüden, gazetenin gece sekreteri olarak çalışırken Akşam’ın patronu Malik Yolaç, kendisini çağırıyor:

-Genel Yayın Müdürümüz Oğuz Akkan yayıncılığa başlayacak, görevi bıraktı. Senin bu görevi üstlenmeni istiyorum!

Doğan Özgüden henüz 28 yaşında… Böylesi bir teklif gelince insan uçar değil mi? Ama öyle olmuyor:

-Biliyorsunuz ben sosyalistim. Eğer bu görevi üstlenirsem inanç ve düşüncelerim yayın politikasına damgasını vuracak!

-Biliyorum sosyalist düşünceye sahip olman iyi gazete yapmana mani değildir.

Bu arada patron Malik Yolaç’ın Adalet Partisi’nden milletvekili olup, sonra istifa etmiş bağımsız milletvekili ve devlet bakanı olduğunu da ekleyelim. Malik Bey devam ediyor:

-Bak Doğan sen aynı zamanda sendikacısın, işyerinde sendikanın temsilcisisin. Maaşlar geciktiğinde tek başına tavır koyduğunu da biliyorum.

Doğan Özgüden konuşmanın sonunu şöyle bağlıyor:

-Gazetenin yönetimi bana verilecekse, her bakımdan tam yetki isterim. Gerek yayın politikası gerek mali yönetim, gerekse personel ilişkileri açısından…

-Biliyorsun ben devlet bakanıyım, İstanbul’a sık gelemiyorum. Eğer görevi kabul edersen bittabi her konuda tam yetkili sen olacaksın!

Doğan Ağabey bu konuşmanın finalinde iki gün içinde “düşünme payı” isteyip ondan sonra Akşam’ın en tepesine gelmeyi kabul ediyor. O zamanlar gazete sahipliği değil gazetecilik değerliydi!

***

Yazar patrona ateş ediyor!

Doğan Özgüden ilk işi olarak Çetin Altan’ı Milliyet’ten Akşam’a transfer ediyor. Bunu yapmadan önce de Malik Yolaç ile konuşuyor. Patron biraz kuşkuludur:

- Çetin Altan problem çıkartır sana… Daha önce de buradaydı, bizi bırakıp gitti. Galatasaray’dan da tanırım tutarlı değildir.

Özgüden kararlı olduğunu söyleyince Yolaç “tamam” diyor:

- Sen bilirsin, seçimi sana bırakıyorum. Ama Çetin konusunda söylediklerimi de unutma…

Özgüden patronla yeni yazarı arasında buzları eritmek için eşi İnci Tuğsavul Özgüden ile evinde bir yemek düzenliyor. Yemek gayet güzel sürerken Çetin Altan birden öfkeleniyor. Patron Malik Yolaç’a burjuvalığından başlayarak hakaretler yağdırıyor. Bir iki dayanan Yolaç, sonunda lise arkadaşı Çetin Altan’a sert bir yanıt veriyor. Bunun üzerine Çetin Altan seri bir hareketle belinden tabancasını çıkartıp rasgele ateş etmeye başlıyor. Kurşunlardan biri de İnci Hanım’ın kulağının dibinden geçiyor. Bu sırada Malik Yolaç, Altan’ın üzerine atlayıp silahını elinden alıyor. Sonra da “ben sana söylemiştim” diyerek evden ayrılıyor. Böylesi bir durumda yazar istifa eder. Daha öncesinden de patron yazarı kovar. Ama bunların hiçbiri olmuyor. Çetin Altan ertesi gün elinde tek kırma panayır tüfeğiyle gazeteye geliyor, şaka ile karışık “Doğancığım” diyor:

- Dün akşam yarım bıraktığım işi bitirmeye geldim!

Malik Bey’in odasına gidiyor, uzun süren kahkahalı sohbet sonunda silahını da alıp kendi odasına çıkıp ertesi günkü yazısını yazmaya başlıyor! Bu hikayeleri Doğan Özgüden’in “Vatansız" Gazeteci* adlı kitabından aktardım. 2010 yılında Belge Yayınları arasından iki cilt halinde çıktı. Doğan Özgüden iki kez vatandaşlıktan atılmış vatansız bir gazeteci olarak Brüksel’de yaşıyor.

5 Nisan 2015

Yalçın DOĞAN

‘Vatansız Vatansever’

-  Madam, Türkiye’yi bu kadar eleştiriyorsunuz, siz hiç Türkiye’ye geldiniz mi?
- Gelemiyorum.
- Neden?
-  Sayenizde vatandaşlıktan atıldım.

Türkiye’yi eleştiren “madam” Fransızca konuşuyor ama Türk, 60’ların ikinci yarısında Türk basınına, Türk soluna damga vurmuş gazetecilerden Doğan Özgüden’in eşi İnci Özgüden. Fransızca konuştuğu için “madam”ı Türk sanan ise Başbakan Turgut Özal.
Brüksel 1985, Özal’ın basın toplantısı. Soru soranlar arasında Doğan ve İnci Özgüden var, daha çok insan hakları eleştirileri ve demokrasi kaygısı. Özal sinirleniyor, toplantıyı bitiriyor.

Demokrasi eleştirileri boşuna değil, yazıları nedeniyle Doğan Özgüden hakkında toplam 300 yıla varan ceza istemi ile sayısız dava açılıyor. Derken, 12 Mart darbesi, Doğan ve İnci Özgüden yurtdışına gitmek zorunda kalıyor. Bir süre sonra ikisi de vatandaşlıktan atılıyor, iki kez, 12 Mart ve 12 Eylül’de. Özal’a “Sayenizde” derken, 12 Eylül göndermesi. O gün bugün, onlar 44 yıldır Türkiye’ye gelemiyor.

AKŞAM

Gazeteci arkadaşımız Nazım Alpman, Doğan Özgüden ile ilgili bir belgesele imza atıyor. “Vatansız Vatansever” belgeseli geçen akşam 1945’te faşistlerin yerle bir ettiği, şimdi han olan Tan gazetesi binasında gösteriliyor.
Belgesel Türk basını ve Türk solundan bir kesit. Özgüden Akşam’ın genel yayın yönetmeni. TİP’in yükselme dönemi. Akşam’ın tirajı yükseliyor ama ilanları azalıyor, sermayenin hücumu. Buna karşı solun umut veren yılları.

ANT

Akşam sonrasında Yaşar Kemal, Fethi Naci, Doğan Özgüden sosyalist, antimilitarist bir dergi çıkarıyorlar: “Ant”. O dönem soldaki dergilerin en önemlisi. 12 Mart faşist darbesi esip savuruyor, dergiyi ve evleri polis sık sık basıyor. İşkenceler, hapisler, ölümler. Özgüdenler sahte pasaportla Türkiye’den ayrılıyor. Zor bir hayat, buna rağmen Almanya, Fransa ve Belçika’da devrimci hareketi örgütleme mücadelesini sürdürüyor.
Özgüden yıllardır ve bugün hâlâ Türkiye’de demokrasi ve insan hakları ihlallerine ilişkin kitaplar yayınlıyor, devrimci mücadeleden asla vazgeçmiyor, yaşı 80’e merdiven dayamışken.
Nazım eline sağlık, belgesel “Ustalara Saygı” türünde bir vefa. Özgüdenlerin yaşamı “adam gibi gazetecilik” örneği. Günümüzde “gazeteci kılıklıların”, hele de döneklerin kulaklarını çınlatırcasına.



Gün ZİLELİ

Doğan Özgüden’in değerli anılarını yayınlandıktan ancak beş yıl sonra, www.gunzileli.com sitesini izleyen bir arkadaşın kitabı bana göndermesiyle okumak elbette benim açımdan eleştirilmesi gereken bir noktadır. Nasıl oldu da bu anılardan bu kadar geç haberdar oldum, bilmiyorum. Oysa 1967 yılında yayınlanmaya başlayan Ant dergisini ve Ant yayınlarını yakından izler, Doğan Özgüden’i tanır ve takdir ederdim.

Neyse, beş yıllık bir gecikmeyle de olsa Doğan Özgüden’in anılarını okumam çok iyi oldu. O dönemle ilgili birçok noktanın kafamda daha da berraklaşmasını sağladı.

Doğan Özgüden’in, 1936-1971 yıllarını kapsayan anıları farklı açılardan okunabilir. Örneğin, bu anıları, 1950-1960 dönemlerinin sol gazeteciliği açısından okumak mümkün. Özellikle 1960-61 yıllarındaki Öncü, 1964-66 yıllarındaki Akşam gazeteleriyle, 1967-71 yıllarındaki Ant dergisi ve yayınları deneyimleri açısından. Sonuç olarak bu anılar, özellikle 1960 yıllardaki sol gazetecilik ve yayıncılık deneyimlerine güçlü bir ışık tutmaktadır.

Öte yandan, anılar, özellikle Ant haftalık dergisinin ve Ant yayınlarının serüvenini izleyerek 1960’lı yılların sol hareketinin gelişmesi ve iç çatışmaları açısından da okunabilir. Ben daha çok bu ikinci okumayı tercih edeceğim.

Hemen baştan söyleyeyim ki, Doğan Özgüden’in ve eşi inci Tuğsavul’un yönettiği Ant dergisi, Türkiye solunun o müthiş iç çatışmalar ve bölünmeler ortamı içinde görece en doğru yönelimi temsil etmektedir. Aynı zamanda bu dergi, Türkiye 1960’li yıllarda zirveye ulaşan, esas olarak 1930’lular kuşağına dayanan Kürt ve Türk sol entelijensiyasının da yayın alanındaki temsilcisi olarak nitelenmeyi hak etmektedir. Belki o gün bunun farkında değildik, fakat 45 yıl sonra bugün bunun saptanması gerekmektedir. Zaten bu tür toplumsal olgularda neyin ne olduğu ancak aşağı yukarı 50 yıl sonra ortaya çıkar. Nasıl, anarşizmin tezlerinin doğruluğu, Troçkizmin Stalinizm karşısındaki görece haklılığı ancak yıllar sonra anlaşılabilmişse.

TİP Yönetiminden Sol Entelijensiyasına Engel

Yeni parti programı hazırlandıktan sonra TİP’in 1. Büyük Kongresi Şubat 1964’te İzmir’de toplanır. Kongrede, Behice Boran ve çevresi, parti içindeki çift sandık uygulamasına dayanarak (tüzükteki bir maddeye göre işçiler ve aydınlar ayrı ayrı oylanmaktadır ve yönetim organlarında işçilerin veya işçi kökenli sendikacıların yarıdan fazla temsil edilmesi gerekmektedir)  aydınları önemli ölçüde geri plana iterler.

Fethi Naci, bu durumu Doğan Özgüden’e şöyle anlatır:

“Boran takımı muhalefet ettiğinden ancak yedek üye olabildim. İşçi ve aydın ayrımı yapılarak çift sandık sistemi uygulandığından ben de dahil birçok sosyalist aydın genel yönetim kuruluna giremedi. Selahattin Hilav da...” (s. 327)

Bu, Kürt ve Türk sol entelijensiyasının büyük teveccüh gösterdiği TİP’teki ilk ayrılıktır. Bir kısım TİP’li aydın bu yönelime karşı ortak bir bildiri yayınlar ve Parti yönetimi tarafından tasfiye edilir. Tasfiye edilenler arasında, Doğan Özgüden, Fethi Naci, Demir Özlü, Edip Cansever, Muzaffer Buyrukçu, Ömür Candaş, İsmet Sungurbey gibi isimler vardır.

Doğan Özgüden’in anlattığına göre, bu tasfiyenin başını çekenler, Behice Boran, Nevzat Hatko ve Nihat Sargın’dır. Tasfiye için Mehmet Ali Aybar’ı da yanlarına çekmişlerdir.

Malatya 1966 Kongresi’nden Sonra Eski Komünistlere Engel

Doğan Özgüden anlatıyor:

“Çeviriyle uğraştığımız günlerde bir sabah Yaşar Kemal’den bir telefon geldi. Kasım 1966 sonlarında Türkiye İşçi Partisi’nin 2. Büyük Kongresi’nin yapıldığı Malatya’dan dönmüştü. Kongre’de yine birçok tatsız olaylar yaşanmış, özellikle Behice Boran ve Nihat Sargın’ın örgütteki Mihri Belli ve Hikmet Kıvılcımlı sempatizanı partililerin tasfiyesi için giriştikleri operasyon partiyi yeni bir krize sürüklemişti.” (s. 390)

Bu, parti içindeki ikinci tasfiye olayıdır ve görüldüğü gibi ikisi de partinin başındaki yöneticiler tarafından yürürlüğe konmuştur. Doğan Özgüden ve kısa süre kurulacak olan Ant dergisi bu ikinci tasfiye konusunda da doğru ve birleştirici bir tavır alır. Eski komünistler çevresinden 89 üyenin partiden atılmasına karşı çıkar.

“Kim hedef alınırsa alınsın parti içi tasfiyeciliğe karşı olduğumuz için 21 Kasım 1967’deki Ant’ta … TİP genel merkezine şu uyarıda bulunduk: ‘İtici değil birleştirici bir disiplin muhakkak ki parti bütünlüğünün korunmasında ve parti içi demokrasinin gerçekleştirilmesinde daha olumlu sonuçlar verecektir.’”

Sosyalist Gençliğe Engel

TİP yönetimi, sadece aydınlara ve eski komünistlere karşı değil, o dönem partiye aktivizm ve canlılık kazandıran gençliğe karşı da güvensizdi. Gençliğin aktivizmi her adımda yönetim tarafından engelleniyordu. Doğan Özgüden’den dinleyelim:

“Aybar-Boran-Aren yönetiminin 1. Kongre’den itibaren sosyalist gençliğe karşı gösterdiği güvensizlik ve hatta ilgisizlik, parti çizgisini pasifist bulan devrimci gençleri, partinin kara listeye aldığı Mihri Belli ve Hikmet Kıvılcımlı gibi eski TKP liderlerine yakınlaştırıyordu.” (s. 420)

Gençliğin mücadelesi konusunda Ant TİP yönetimini şöyle eleştiriyordu:

“Devlet artık devrimci gençliğe karşı alenen terörist bir saldırıya geçmişti. Bu durumda gençliğin pasif kalması, direnmemesi, protesto eylemlerine girişmemesi mümkün değildi… TİP yönetimi bu direnişe önderlik etmek yerine, ‘provokasyona düşmeyelim’ anlayışıyla kendisine yakın FKF üyesi gençlerin direniş eylemlerine katılmasını yasaklıyordu.” (s. 437-438)

Bununla bağlantılı olarak Doğan Özgüden TİP milletvekillerinin parlamentarist tutumunu şöyle eleştirmektedir:

“… milletvekili olmanın sağladığı olanaklar uzun süreden beri çoğu TİP milletvekillerini, arada bir Anadolu gezilerine çıkıyor olsalar da, genelde ‘parlamentarist’ bir tutuma sürüklemişti.” (s. 446)

MDD Çizgisi Karşısında Tutum

Ant dergisi TİP yönetimini eleştirmekle birlikte MDD çizgisine karşı da mesafeli ve eleştireldir. MDD’cilerin Kemalizmi savunan, orducu tutumunu hiçbir zaman benimsemez ve eleştirir. Üstelik, MDD’ye sözde karşı çıkan TKP Dış Bürosu’nun eleştirisi de buna dâhildir:

“Cuntacılarla bu yakınlaşma kısa bir süre sonra antikomünist eğilimi bilinen eski cuntacılardan Mucip Ataklı’nın başkanlığında Devrimci Güç Birliği’nin kurulmasına kadar varacaktı… Bu dönemde eski TKP’lilerin sosyalist ülkelere sığınmış olan Zeki Baştımar, İsmail Bilen ve Aram Pehlivanyan gibi karşıtları da gerek Bizim Radyo Yayınları’nda, gerekse bize gönderdikleri broşürlerde, özünde MDD’den farklı olmayan Ulusal Demokratik Devrim (UDD) propagandası yapıyorlardı.” (s. 421)

Doğan Özgüden, MDD-SD tartışmalarındaki tutumunu şöyle açıklıyor:

“Sosyalist devrime ancak belli aşamalardan geçtikten sonra ulaşılabileceği görüşü bana daha mantıklı görünmekle birlikte Kemalist ve militaristlerle neredeyse teslimiyete varan bir ittifakın sol hareketi dönüşü olmaz bir çıkmaza sürükleyeceğinden endişelendiğim için MDD hareketine mesafeliydim.” (s. 444)

“Ant’ta sık sık tartışıyorduk. Yön çizgisinin ve ondan esinlenen MDD hareketinin devrimin öncü gücü olarak gördüğü ordunun gerçekte egemen sınıfların bir baskı gücü olduğunu, hatta giderek bu oligarşiye organik bir şekilde entegre edildiğini ortaya koymak gerekiyordu… Kemalizm’in ve Türk Ordusu’nun ‘ilerici’ olduğuna dair Komintern’in dayattığı tezler, solun tüm kesimleri gibi bizleri de uzun süre etkilemişti.” (s. 464-465)

Ant, ne MDD’yi, ne de TİP yönetimini destekler, fakat hiziplerin dışında kalarak partinin bütünlüğünü savunur ve MDD’nin parti yıkıcısı tutumundan uzak durur. Keza, daha sonra Aybar kesimi ile Boran-Aren kesimi arasındaki ihtilafta da taraf tutmak yerine partinin birliğini savunur. Bunların hepsi örnek tutumlardır.

Uluslararası Plandaki Tutumu

1960 yıllar dünya komünist hareketindeki büyük Sovyet-Çin yarılmasının yaşandığı ve Türkiye soluna da yansıdığı yıllardı. Bunun yanı sıra Latin Amerika çizgisi diye bilenen Küba veya Che Guevara’nın temsil ettiği gerilla mücadelesi çizgisi, Sovyetler Birliği tarafından gayriresmi, Çin tarafından ise resmi olarak reddediliyordu. Keza, Stalin’in Komintern döneminden kalma anarşizm ve Troçkizm düşmanlığı, özellikle eski komünistler ve MDD çizgisi tarafından aynen Türkiye soluna da yansıtılmıştı.

Ant dergisinin bu konularda takındığı tavrın da, bugün baktığımız zaman en tutarlı tavır olduğunu görüyoruz. Ant, Çin-Sovyet ayrılığında taraf tutmaz, her iki tarafa da eleştirel bir mesafede durur. Öte yandan, Ant Yayınları, solun bütün kesimlerinde var olan o zamanki ağır anarşizm ve Troçkizm düşmanlığına yüz vermez; Troçkist teorisyen Mandel’in ve o zamanlar anarşizmi savunan John Bendit’in kitaplarını yayınlamakta bir sakınca görmez. Latin Amerika çizgisi diye anılan Che Guevara ve Castro’nun çizgisine de sempatiyle yaklaşır.

Dahası, Sovyetler Birliği’nin Çekoslovakya’yı işgaline de karşı çıkar. 27 Ağustos 1968 tarihli Ant “Çek dramı” kapağıyla çıkar.

Kürt Meselesindeki Tutum

MDD hareketinin Kürt meselesindeki Türk milliyetçisi ve olumsuz tutumu bilinmektedir. Ant dergisi bu konuda da olumlu bir yönelim içinde olmuş, Mehmet Emin Bozarslan’ın Kürtçe çevirilerini basmış, Kürt gençlerinin kurduğu DDKO adlı örgüte olumlu yaklaşmış, İsmail Beşikçi’nin ve Kürt aydınlarının yazılarına sayfalarını açmıştır.

Yazının başındaki saptamamıza dönecek olursak, Ant’ın 1960’ların sol hareketinde, bütün tutumlarıyla esasen doğruya en yakın noktada olduğunu bir kere daha belirtelim. Evet ama, Ant bu doğru yönelimlerine rağmen, sol içi hizip kavgaları ortamında neden gereğince etkili olamamış, neden kendi çevresinde güçlü ve farklı bir sol oluşum yaratamamıştır? Etkili olmadığını söylemek istemiyorum. Elbette Ant kendine özgü tutumuyla önemli bir etki de yapmış, bir anlamda sol entelijensiyanın ve solcu gençliğin özlemlerinin temsilcisi olmuştur, fakat son tahlilde bu, örgütsel bir etkiye dönüşememiştir, neden?

Bu çok daha geniş bir tartışmanın konusudur. Burada sadece şunu saptamakla yetineyim: Görece doğru çizgiyle örgütsel etki arasında ters orantı vardır. Doğrulara ne kadar bağlı kalırsanız, örgütsel etkiniz o kadar zayıf olur. Tersten söyleyecek olursak, örgütsel bakımdan etkili olmak istiyorsanız, doğrulara bağlı kalmamak ve kendi hizbinizin örgütsel başarıları için doğruları eğip bükmek, hatta gereğinde ezip geçmek zorundasınızdır. İnsanlar ne yazık ki, doğruların değil, örgütsel bakımdan güçlü ve etkili olanların peşinden gider. (Doğan Özgüden, ‘Vatansız’ Gazeteci, cilt:1(Sürgün Öncesi), Belge Yayınları, 2010)

Gün Zileli
24 Aralık 2015
http://www.gunzileli.com
gunzileli@hotmail.com



Mayıs 2016

Engin ERKİNER

ÖZGÜDEN-TUĞSAVUL VE 45 YIL

11 Mayıs 2016’da Doğan Özgüden ve İnci Tuğsavul’un sürgünde 45. yılları doluyormuş. Özgüden ve Tuğsavul 12 Mart 1971 darbesinin ardından ülke dışına çıkmak zorunda kalmıştı.

Böyle bir konuda ne yazılabilir, diye düşündüm. Sürgünle ilgili bilinenleri tekrarlamak yerine, sürgüne gitmelerinde ve orada da TC devletinin kendilerini unutmamasında önemli payı bulunan 1970 yılının ANT dergisi hakkında yazmak daha uygun geldi.

15-16 Haziran 1970 işçi eylemlerinin ardından İstanbul’da sıkıyönetim ilan edilmiş, DİSK yöneticileri ve işçi önderleri mahkemeye verilmişti. Mihri Belli ekibinin yönettiği bir dergi –yanlış hatırlamıyorsam Türk Solu idi- “sıkıyönetim tarafsız olmalıdır” diye başlık atmış ve yıllardan beri zaten gündemden inmeyen silahlı kuvvetler konusu devrimciler arasında tartışılan başlıca konu durumuna gelmişti.

1970 yılı yaz aylarında çok sayıda devrimcinin okuduğu iki kitap vardı: Lenin’den Devlet ve İhtilal ile Taner Timur’un Türk Devrimi ve Sonrası. İlkinde ordunun burjuvazinin baskı aygıtı olduğu açıklanıyordu. İkincisinde ise, kemalist devrimin gerçekte bir burjuva devrimi olduğu anlatılıyordu.

Aramızda özellikle büyük kent kökenli olanlar orta öğretimde sıkı bir kemalist eğitim görmüş, o yılların tek kanal televizyonunu izleyerek bu eğitimini perçinlemişti. Böyle bir sosyalizasyonun ardından çok sayıda devrimcinin kemalizmin güçlü etkisi altında olması kaçınılmazdı. Öğrendikçe ve yaşadıkça bu etkiden kurtulmaya başlayacaklardı.

Bu ayların birinde çıkan ANT Dergisi’nin kapağını hatırlıyorum: kapitalistleşen subaylar işçileri yargılayamaz! Konu, OYAK ile ilgiliydi ve ordunun üst kademesinin sermayeyle iç içe girmiş ilişkileri anlatılıyordu.

Burada yazılanlar ordu hakkında yepyeni bir değerlendirme sayılırdı. Ne milli ordusu, ordu sermayenin ordusuydu; bu kadarını Devlet ve İhtilal’i okuyup belirlemek kolaydı ama ilgili yazıda başka bir noktaya daha dikkat çekiliyordu.

Ordu bilinen tanımıyla sermayenin vurucu gücü olmanın ötesine geçiyor, sermayenin bir parçası oluyordu. Sonraki yıllarda Lenin’in tanımının bizim için yetersiz olduğunu, bu ülkede ordunun rolünün “sermayenin vurucu gücü”ne indirgenerek anlaşılamayacağını düşünebilecek birikime ulaşacaktık. Ordunun subay kademesi sermayenin üniformalı kesimiydi. (Mısır ordusu bu konuda bizdekinden daha ileri bir örnektir.)

Aslında bu da yetersizdi. Bu yetersizlik aradan yıllar geçtikten sonra Serdar Şen tarafından yazılan “Silahlı Kuvvetler ve Modernizm” kitabında görülebilecekti. Şen’e göre silahlı kuvvetler devletin ideolojik aygıtlarından bir tanesiydi. Aile, okul, dini kurumlar gibi düzeni ideolojik olarak koruyan ve yeniden üreten önemli bir kurumdu.

Askere giden herkesin katılmak zorunda olduğu eğitim seminerlerinin ötesinde basında ve televizyonda da orduyu ve onun toplum için vazgeçilmez koruyucu rolünü öven yayın bolluğundan geçilmiyordu. (AKP iktidarı altında ordunun bu rolünü Diyanet İşleri Başkanlığı üstlenecekti.)

Ülkede gittikçe büyüyen silah sanayisi kurulmuş durumda… Eskiden sadece hafif silah üreten bu sanayi büyüyerek orta ve giderek ağır silahlar da üretmeye başladı. Böyle bir sanayinin olmazsa olmazı üretilen silahın pratikte denenmesidir ki bu da Kürt yerleşim birimlerindeki savaşta yapılıyor.

Bir nikah töreni devletle silah sanayisi arasındaki ilişkiyi güzel örnekliyor: Cumhurbaşkanının kızı önemli bir silah firmasının sahibinin oğluyla evleniyor. Devlete uygun bir evlik!

Silah üretimi ve ihracatı konusunu sürekli gündemde tutan yayınlar bulunmuyor denilebilir. Silah sanayisi hakkında bazen açıklamalar ve rakamlar yayınlanıyor ama bunlar “şunu da ürettik, bunu da ürettik” övgüleri arasında geri planda kalıyor.

Türkiye’nin Katar’da kurduğu tugay düzeyindeki askeri üs, Somali ve diğer Afrika ülkelerinde bulunan askerleri ise pek konu olmuyorlar.

TC ordusunda profesyonellik oranının yüzde 41’e ulaştığını başlıklarda değil haberlerin içinde okuyabiliyoruz. Çok sayıda uzman er ve çavuş yetiştirilmiş, özel kuvvetler neredeyse ayrı bir ordu olacak kadar gelişmiştir. Burjuvazinin bölgeye yönelik büyük ihtirasları bulunuyor ve bunların da ancak etkili silahlarla desteklendikleri oranda hayata geçebileceklerine inanıyor.

ANT benzeri bir yayın şimdi bulunmuyor.

Ordunun az bilinen yönleri hakkında yayın yapmak, devletin hışmını hemen üzerine çekmek ve dahası asla unutulmamak demektir.

Kendi yazdıklarından anlaşıldığı kadarıyla devlet Özgüden ve Tuğsavul’la sürekli uğraşmış. İkide bir hedef göstermenin yanı sıra iltica etmelerini zorlaştırmaya çalışmış, ardından vatandaş olmalarının sürüncemede kalmasını sağlamış…

1971 sürgünlerinin sayısı azdı, bu nedenle de dikkat çekmek kolaydı ama bu durum sonraki yıllarda da sürmüş… Bunun önemli nedenlerinden birisi Avrupa Birliği’nin başkenti sayılan Brüksel’de aralıksız yürütülen politik faaliyet ise, bir başka önemli neden de 1970’den kalan öfke olsa gerektir.

Orduyu Devlet ve İhtilal’deki tanıma indirgeyerek hakim sınıfın baskı aygıtı olarak değerlendiren anlayışın ülkeyi anlaması mümkün değildir. Silahlı kuvvetlerin burjuvazinin bir parçası olması bize özgü değil; Mısır’da ve bazı Latin Amerika ülkelerinde de bulunuyor.

ANT’ın o sayısı kendi özgünlüğümüzün anlaşılmasında önemli bir adımdı.

Ve 45 yıllık sürgünlük…

Sosyal araştırma konusunda güçlü bir ülke olsaydık, sürgünlük tarihi şimdiye kadar çoktan yayınlanmış olurdu. 20. yüzyılın en büyük sürgününü yaşamış Almanlarda bunu görebilmek mümkün… Kim nerede ne yapmış, hepsi var. Sürgünde edebiyat, doğa ve sosyal bilimlerde ne üretilmiş; hepsi var.

Bizde de günün birinde olacak… Bu konuda küçük de olsa çabalar bulunuyor, henüz çok yetersiz ama başlamış durumdadır.


http://avrupasurgunleri.com/ozguden-tugsavul-ve-45-yil/



 fondationeditorsbulletinspublicationslinks